Söz&Kalem Dergisi - Mehmet Zeki Aygur
İlk iki yazımızda bazı sorulara yanıtlar aramaya çalışmıştık. Bu sorulara yanıt ararken çıkardığımız ana fikirleri tekrar sıralama gereği hissediyorum. Anlam arayışı; özgürlük, mutluluk, başarı, kişisel değer ve toplumsal kabul gibi birçok faktörden etkilenir. Din, felsefe, psikoloji ve sosyoloji gibi farklı disiplinler anlam arayışına farklı bakış açıları sunar. Anlamlı bir hayat kurmak için kişinin kendi değerlerini ve amaçlarını keşfetmesi önemlidir. Tabi ki burada kişinin kendi değerlerinin yanında bir de toplumsal kabul ve inanışlar bulunmaktadır. Toplumsal kabul, insanların davranışları ve tutumlarına karşı gösterilen onay veya kabul edilmişlik halidir. İnsanlar, toplumsal kabulün sağladığı hissiyat nedeniyle, toplumun kabul ettiği normlara uygun olarak hareket etmeye, toplumun beğenisini kazanmaya ve toplumun saygısını kazanmaya çalışırlar. İnançlar, insanların hayatta neye inandıklarını ifade eder. Din, felsefe, ahlak, adalet, insan hakları gibi konulara olan inançlar insanların dünya görüşünü belirler. Deneyimler, insanların hayatları boyunca edindikleri tecrübelerdir. Bu deneyimler, insanların dünya görüşlerini, inançlarını ve değerlerini şekillendirir. Olumlu deneyimler insanların hayatlarını olumlu yönde etkileyerek, kendilerine olan güvenlerini artırarak ve kendilerini daha anlamlı hissetmelerine yardımcı olabilir.
Buraya kadar dile getirdiğimiz etkenleri göz önünde tutarak itiraf etmeliyiz ki çoğumuz kendimizden ve inançlarımızdan taviz vererek toplumsal kabul alma adına anlam arayışımızdan vazgeçtiğimizdir. Peki yaşadığımız toplum inançlarımıza ters hareket eden bir toplum ise bu toplumsal kabulü alma adına kendimizden vazgeçebilir miyiz?
Toplumsal kabul, aidiyet duygusu, destek ve sevgi gibi birçok fayda sağlayabilir. Yalnızlık ve dışlanma korkusu, birçok insanı toplumun normlarına uymaya ve inançlarından taviz vermeye yönlendirebilir. İnançlar, kimliğimizin ve değerlerimizin temelini oluşturur. Bize hayatımızda rehberlik ve anlam verir. İnançlarımızdan taviz vermek, kendimizden bir parçayı kaybetmek gibi hissettirir. Yaşadığımız toplum inançlarımızla ters düşerse: Bu durumda, kendimizle ve inançlarımızla dürüst olmamız önemlidir. Kendimizi ve değerlerimizi sorgulamalı, neyin bizim için gerçekten önemli olduğunu düşünmeliyiz.
Toplumsal kabule değindikten sonra biraz da bilimsel yaklaşımların insanın anlam arayışına nasıl etki ettiğine bakalım. İnsanlık tarihi boyunca, varoluşumuzun anlamı sorusu felsefi ve dini tartışmaların merkezini oluşturmuştur. Günümüzde ise psikoloji, sosyoloji ve felsefe gibi farklı bilimsel disiplinler de bu evrensel sorunun cevabına katkıda bulunmaya çalışmaktadır.
Psikoloji, bireyin anlam arayışını motivasyon, kimlik ve kişilik gibi kavramlar üzerinden ele alır. Viktor Frankl'ın varoluşçu psikolojisi, anlam bulmanın insanın temel motivasyonlarından biri olduğunu savunur. Frankl'a göre, insan zorluklar ve acılar karşısında bile anlamlı bir hayat sürme arzusuyla motive olur.
Sosyoloji, anlam arayışını sosyal etkileşim ve toplumsal normlar bağlamında inceler. Emile Durkheim, anomi kavramıyla, toplumsal normların zayıflamasının bireylerde anlam kaybına yol açabileceğini savunur. Bu bağlamda, din, aile ve gelenekler gibi toplumsal kurumlar, bireylere anlam ve kimlik duygusu sağlayabilir. Aynı şekilde bireyin inancı ile toplumun inancı paralel seyrederse bu arayış daha anlamlı hale gelebilir.
Felsefe, anlam arayışının varoluşsal ve etik boyutlarına odaklanır. Modern(!) insanın kendi anlamını yaratma zorunluluğuyla karşı karşıya olduğunu savunur. Jean-Paul Sartre ise özgürlük ve sorumluluk kavramları üzerinden, bireyin kendi kaderini ve anlamını seçme özgürlüğüne vurgu yapar.
Bilimsel yaklaşımlar, anlam arayışına dair sistematik ve ampirik bir bakış açısı sunarak, felsefi ve dini tartışmalara yeni bir boyut kazandırmaktadır. Peki şu kısa dünya hayatında her şeyi deneyimleyerek öğrenme şansımız var mıdır? Psikoloji, sosyoloji ve felsefenin katkıları, bireyin anlam arayışının karmaşık ve çok yönlü bir süreç olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte, bilimsel yaklaşımların da bazı sınırlamaları vardır. Anlam öznel bir deneyimdir ve her birey için farklı anlamlar taşıyabilir. Bilimsel yöntemler, öznel deneyimleri tam olarak ölçmekte veya açıklamakta yetersiz kalabilir. Ayrıca, bilimsel yaklaşımlar genellikle normatif bir çerçeve sunmaz, yani bireylere "nasıl anlamlı bir hayat yaşamalı" konusunda net bir yol göstermez. Bilimsel yaklaşımlar, insanın anlam arayışına dair önemli bilgiler sunmakla birlikte, bu evrensel sorunun tek ve mutlak bir cevabı bulunmamaktadır. Peki insan böyle nakıs kalmışken kullanma talimatını nerden bulacak ve nasıl okuyacak?
Şimdi diyeceksiniz ki insanın kullanma kılavuzu mu olur? Evet olur. Çünkü insan da bir varlık neticede ve onu yaratan var. Yaratılan her canlının yaşam sürecinde belli başlı dikkat edilmesi gereken özellikleri var.[1] Yüce kitabımız Kur’an’da da insanın özü ve yaratılışı ile ilgili en temel ve en hakiki bilgilere ulaşmak mümkün. Yaratan, insanın kullanma kılavuzunu ezelden ebede kadar bizim hizmetimize sunmuş. Böylesine mükemmel bir varlığın sonradan edindiği ufak tefek korkulardan hayatını çekilmez bir hale getirmesi hiçte kabul edilebilecek bir durum değildir.
İnsan, Kur’ân’ın atmosferinde yaşarsa hem dünyada hem ahirette mutlu olur. Yani, Allah’ın ebedi saadetine gider. İnsanın kesinlikle uyması gereken, insanın kullanma kılavuzudur.[2]
Alternatifler oluşturmayı, adil ve etik olmayı benimsemeyi öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor. Satın aldığımız her ürünle, yaptığımız her eylemle, kurduğumuz her cümleyle yaşamak istediğimiz dünyanın temellerini atıyoruz, bunun farkına vardığımızda dünyayı daha güzel bir yer haline getireceğiz. Bir başka yazıda görüşmek duasıyla…