Habil ve Kabil’den bu yana insanlar arasında farklı sebeplerden dolayı ayrıştırma, sairleştirme ve yabancılaştırma gibi durumlar oluşmuştur. Antik Yunan’da vatandaşların cinsiyet üzerinden ayrıştırılması, Cahiliye devrinde mal ve mülke göre bir hiyerarşinin kurulması, “Beyazların” Aztek, Maya ve İnka medeniyetlerine ölümcül çıkarmalar yapması ve sömürü sonrası toplumsal ayrışmanın oluşması, Avrupa’da oluşan cadı karşıtlığı ve toplu ölümler ve cabası toplumun arasına tefrika koymuş ve tarihsel seyir ırkçılığın ilk hareketleri olarak kabul edilmiştir. Bunun ismi kimi kez asabiyet, kimi kez şovenizm, kimi kez de nasyonalizm olmuştur fakat sonuç hiç değişmemiştir. Netice hep ötekileştirme, netice daima tefrika!
Öte yandan sosyal bilimler perspektifiyle olay ele alındığında mevzu üç kategoride incelenir. Bunlar, ulus ırkçılığı, biyolojik farklılık ve sosyokültürel grup üstünlüğü olarak ifade edilebilir. Ulus ırkçılığı etnik kökeni itibariyle hiyerarşik bir ayrıştırma yapar. Misalen Nazilere göre Almanlar ve diğer Kuzey Avrupalılar “Ari” ırkından geliyorlar ve bu üstün ırk demektir.
Biyolojik farklılık sebebiyle oluşan ırkçılık ise garip bir örnekle tanımlanabilir. 2007 yılında Nobel ödülü alan DNA’nın babası James Watson, herkesin tüylerini ürperten konuşmasında, Afrikalıların genetik açıdan diğer ırklardan daha aşağı olduğunu söylemiş, birkaç hafta sonra kendi DNA’sının Avrupalı ortalamasının 16 katı “Afrikalı geni” taşıdığı ortaya çıkınca ne diyeceğini şaşırmıştı.
Öte yandan sosyokültürel mantalite üzerinden getirilen, geliştirilen ırkçı paradigma ise grupların üstünlük algısı kurmasını ifade eder. Örneğin burjuvanın proleterya karşısındaki konumu bunu ifade eder. Dolayısıyla ırkçılık yalnızca bir durumun izharı değil birden fazla hastalıklı durumda ortaya çıkan -ur mesabesinde- bir sonuçtur.
Toplumun içinde birilerinin daha imtiyazlı olmasını sağlayan düzen kurucularının en etkili silahı hiç şüphesiz ırkçılık öğretisidir. Ve bu öğreti toplumsal ayrıştırmayla beraber, halka şer odaklı fikirler de empoze etmektedir. Böylece birliği bozulan, dirliği dağılan toplumda manipulasyonlar ve aldatmacalar daha kolay yer edinmektedir.
Metot fazlasıyla basit; bir tarafı üstün tanımla, ötekine sufli meziyetler addet sonra bunu fiziksel özelliklere bağla ve öğretini topluma yay.
Ruanda Katliamında Fransızların ve Belçikalıların Hutu’lar ve Tutsiler arasına koyduğu nihayetinde de 800.000 insanın katledildiği soykırımın temel vaka sebebi bu ırkçılık öğretisi ve getirisi olan sömürü gayesidir.
Keza 1492 yılında Kristof Kolomb’un önderliğindeki Pınta, Nina ve St.Maria isimli üç gemi sakince Amerika kıtasına ulaşması da olayın trajedisini ortaya koyan bir örnektir. Gemilerin gelişiyle Afrika’da sakince bir yaşam süren milyonlarca insan kendileri için yüzyıllarca sürecek eza döneminin başladığından habersiz idiler. Bu akınlar neticesinde 70 milyon Kızılderili katledildi ve beyazlara hizmet etmek için insan avcıları Afrika’ya hücum etti. Böylece ABD’nin kirli şovenist tarihi bidayet kazandı. Bu kirli tarihe dur diyen ve ABD’nin tarihsel seyrine aydınlık dokunuşlar yapan birileri çıktı ve bu faşist paradigmaya karşı hakkın hukukunu, İslam’ın envarını ve kucağının merhametini açtı, anlattı.
Bu öncülerin başı Malik el-Şahbaz namı diğer Malcolm X’tir. Rahibin oğlu olan Malcolm, faşizme karşı duruş sergilemiş, vasat tutumundan taviz vermemiş ve İslam’ın ırkçılığa karşı fikrini beyan etmiştir. Çünkü karanlık düzene ancak farklılıkların kardeşliğini savunan İslam köle-eşraf kardeşliğiyle cevap verebilecekti. Zengin ve soylunun toplumda yer edinmesini, farklılıkların keskin ayrımına karşı her sınıftan insanı aynı safta rabbe ibadet paydasında bir araya getiren güzide din ancak bu kirli sistemi bozabilirdi. Çünkü birliğin ve dirliğin temelini atan yaratandan yaratılana esenlikli bir metot öğreterek, toplumsal tefrikanın önüne set çeken ve ten renginden dolayı beyaza köle kabul edilen siyahileri en yakın yoldaş ve dahi müezzin edinen bir önderden başka hiç kimse bu parçalanmış âlemi tekrar toplayamazdı. Bu ırkçılığa karşı verilen varoluş savaşı yalnızca Malcolm’la değil İslam’ın intişarından bu yana ırkçılığın mimarları ve adaletsiz düzenin kurucuları tarafından nefretle karşılanmıştır.
Zira İslam'ın eşitlikçi tavrını ilk olarak -zenginliği ve konumu nedeniyle Müslümanlığı hak bilmesine rağmen- reddeden Ebu Cehildir, kaldı ki yüzyıllar sonrasında da ve muasırken de aynı tavrı takınanlara başka isim takmak isabetli olacaktır. Bu nefret, evvelde din düşmanlığı olarak belirdi, sonraları "İslamofobi" olarak normalleştirilmeye çalışıldı.
Bu tavır ilk başlarda bile isteye sergilenirken kıta Avrupa’sında ve Amerika'da özgürlük nidalarıyla gizlendi. Zira özgürlükler ülkesi diye adlandırılan ABD'de rasyonel ırkçı tavırlara duruşu ve diniyle karşılık veren Malcolm X’in hayat hikâyesi ifade edilenleri özetlemektedir. Ufak bir anektod vermek gerekirse; özgürlük nidaları atan öğretmeninin okulun en başarılı öğrencisi olan Malcolm X'e "avukat olamazsın, siyahi olduğunu unutma, sen marangoz olmalısın." demesi, söylem ve eylem arasındaki o keskin faşist ve ırkçı ayrımı net şekilde belli etmektedir.
Sonuç olarak, tarihsel süreç boyunca birilerinin varlığı ötekinin yok edilmesiyle mümkün olmuştur. Ve narsist, hedonist insan sürekli var olmak ve içinde bulunduğu toplumunu da imtiyazlı halden nemalanması için ötekiyi fikren ve fiziken öldürmüş, ezmiş ve yıkmıştır. Ta ki adalet ve selamet peygamberi Hz. Muhammed, düzene kendinden ilkeler koyana dek. Bu İslami düzen fakire özgüveni, zengine de merhameti hatırlatmıştır. "Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza üstünlüğünün Allah'a ibadet ve takvada olduğunu" bu yegane din bildirmiş ve faşizmin en karanlık ve güçlü döneminde dahi birileri çıkıp zehre karşı panzehir olan bu dinin temsilciliğini yapmış ve "ırkçılık ideolojik bir düşünce değil psikolojik bir hastalıktır." fikrinden hareketle teşhisini koyduğu hastalığa yüzyıllar önce tedavinin menşei Peygamber'den desturla karşılık vermiştir.
Söz&Kalem Dergisi | Yusuf Yetiş