Matbaanın icadıyla bilgi paketçiliği pratikleşti. Az emekle kitapları çoğaltma imkânı doğdu. Bilgi kolayca taşınır oldu. Bilgi, sahibinden uzaklaştı; bilgi ile sahibi arasındaki bağ zayıfladı; bilgi, sahibinden neredeyse bağımsızlaştı. Dergiler, gazeteler çıkarıldı. Bilgi; bölündü, bütünlüğünü kaybetti, günlükleşti. Telgrafla kendimizi yüzlerce kilometre uzaklardaki kişilere anlatma imkânımız oluştu. Telefonla “yüzsüz sesler” dönemi başladı; görmediğimiz, dokunmadığımız insanlarla fikir alışverişi dönemi başladı.
Ardından radyo, televizyon ve nihayet internet çağı geldi. Yenidünyada sanal dostluklar sanal komşuluklar doğdu. Hiç dokunmadığınız ve dokunamayacağınız “site komşuları”nız var, grup arkadaşlarınız var. Ne gerçek bir ortam ne de gerçek dışı… Ne iletişimdesiniz ne de değil… Hem bir aradasınız hem ayrı… Mekân kavramı anlamsızlaştı; bir kişinin mekânsal uzaklığı ile o kişiye ulaşma süresi arasındaki ilgi ortadan kalktı.
Bir yandan muazzam bir iletişim imkânı doğdu; öte yandan “sanal dünya” meşguliyeti ve doyumu (tatmini) yüzünden yanı başınızdaki komşunuzla iletişimsizlik sürecine girildi. “Ziyaret” artık mekân birlikteliği gerektirmiyor; bütüncül ziyaret, açık bir ifadeyle insanın sesi ve yüzünün yanında ayaklarıyla, gövdesiyle, kalbiyle bir bütün halinde ziyaret neredeyse tarihe karıştı.
Mekânın olmadığı yerde, ziyaret mekânı da olmaz. Aynı anda birden çok yerde olan insan, tam olarak o yerlerden hiçbirinde değildir. Her yerdeki bulunuşu, eksik bir bulunuştur. Hz. Resulullah, Mekke’de iken insanlarla birebir görüşür, onlara Kur`an-ı Kerim okur, onları İslam’a davet ederdi. Hz. Resulullah Mekke’de iken “Önce yakın akrabalarını uyar!” (Şuara-214) emri geldi. Hz. Resulullah, akrabalarını amcası Ebu Talib’in evinde topladı, onları İslam’a davet etti.
Hz. Resulullah Mekke’de iken Safa Tepesi’ne çıktı, Mekke halkını açıkça ve kitlesel halde İslam’a davet etti. Rabbimiz, Ona “Artık Sana emrolunanı açıkça söyle, puta tapanlara aldırış etme” (Hicr-94) emrini vermişti.
Hz. Resulullah Mekke’de iken Kâbe’yi ziyarete gelen yabancılara da Kur`an-ı Kerim okur, onları İslam’a davet ederdi. Sahabeler; Mekke’de iken ulaşabildikleri kişilere Kur`an-ı Kerim okur, onları İslam’a davet eder, Hz. Resulullah’a ulaştırırlardı.
Davetçilerin önderi Hz. Resulullah’tır. Hz. Resulullah ve davet arkadaşları için davetin iki amacı vardı:
Birincisi İslam’a davet, ikincisi Hz. Resulullah önderliğindeki İslam toplumuna katılmaya davet. Birincisi, bireysel (ferdi) ıslahın başlangıcı idi; ikincisi, bir ümmet inşasıydı. İkincisini kabul etmeyenden birincisi de kabul edilmezdi. Davetin önderi ile daveti kabul edenler arasında bir bağ, daha doğrusu hiyerarşik bir bağ oluşmak durumundaydı. Böylece Müslümanların sayısının artmasıyla İslam ümmetinin büyümesi, genişlemesi, güçlenmesi aynı anlama geliyordu.
İslam davetini kabul; İslam toplumuyla birlikteliği kabul, İslam toplumunun bir ferdi olmayı kabul anlamına geliyordu. Bu kabul, zaman zaman aynı mekânlarda bir araya gelişi ve her istendiğinde İslam gücüne katılmayı gerektiriyordu.
Hz. Resulullah, panayır yerlerini İslam’a davet için bir mekân ve imkân olarak kullanırken Medineli (Yesribli) bir gruba denk geldi; onlara Kur`an-ı Kerim okudu ve İslam’ı anlattı. Medineliler, davete icabet ettiler, yurtlarına döndüler, orada başkalarına da Kur`an-ı Kerim okuyup İslam’ı anlattılar. Artık Hz. Resulullah’ın kendisiyle aynı mekânda bulunmayan yeni bir sahabe topluluğu vardı. Ertesi yıl o topluluğun on iki temsilcisi Akabe’ye geldi; orada Hz. Resulullah’a biat etti.
Hz. Resulullah, Musab bin Umeyr’i onlarla birlikte Medine’ye gönderdi. Musab ve Esad bin Zürare (Allah hepsinden razı olsun) gibi arkadaşları Medine’de bahçe bahçe, ev ev dolaşıp Kur`an-ı Kerim okudular, İslam’ı anlattılar. İslam, bu davetle Medine’nin neredeyse her evine girdi. Ertesi yıl Medineli Müslümanlardan yetmiş iki kişi Mekke’ye geldi, Akabe’de Hz. Resulullah ile mekân birliğine kavuşup Ona biat ettiler, hiyerarşik olarak İslam ümmeti içinde yerlerini aldılar.
Hz. Resulullah, Medine’ye hicret etti, Mescid-i Nebevi’yi inşa etti, orada halka Kur`an-ı Kerim okudu, İslam’ı anlattı. Hz. Resulullah Medine’de iken evleri dolaştı, hastaları ziyaret etti; düğünlere, hurmalıklara gitti, oralarda da Kur`an-ı Kerim’i okudu, İslam’ı anlattı. Sahabeler de Medine ve çevresinde İslam’ı anlattılar; icabet edenleri Hz. Resulullah ile buluşturdular.
Hz. Resulullah, Medine’de çevre kabilelere tebliğ heyetleri gönderdi. O heyetlerin daveti ile Müslüman olanlar, imkân bulurlarsa Hz. Resulullah’ı Mescid-i Nebevi’de ziyaret eder, Onunla mekân birliğine kavuşur, İslam toplumu içinde fiziki olarak bulunurlardı; bir savaş olursa İslam orduları içinde yerlerini alırlardı.
Böylece Medine’de de İslam’ı kabul etmekle İslam toplumuna katılmak, aynı anlamda kabul edildi. Mekke’de bulunup İslam’ı kabul ettiğini söylerken hicret imkânı olduğu halde Medine’ye gelip İslam toplumu içinde yer almayanların İslam’ı onlardan kabul edilmedi. Hudeybiye Barışı’ndan sonra idi.
“Hz. Resulullah, bir gün hitabette bulunmak üzere minbere çıktı. Allah’a hamd ve senada bulundu, şehadet getirdi ve sonra dedi ki:
– Muhakkak ki ben bazılarınızı acem meliklerine elçi olarak göndereceğim. İsrailoğullarının Meryem oğlu İsa’ya muhalefet ettiği gibi bana muhalefet etmeyiniz.” (İbn-i Kesir) Hz. Resulullah, kâtiplere mektuplar yazdırdı, o mektupları mühürledi; elçiler, mektupları alıp atlara bindiler ve krallara gittiler. Mektuplar, öz bir metinden oluşuyordu. Örneğin Kisra’ya gönderilen mektup şu şekilde idi:
“Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın elçisi Muhammed’den Farsların büyüğü Kisra’ya…
Selam, hidayete tabi olanların, Allah’a ve Resulü’ne iman edip Allah’tan başka ilah bulunmadığına, Onun bir ve ortaksız olduğuna, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirenlerin üzerine olsun!
Sana Allah’ın çağrısıyla çağrıda bulunuyorum. Muhakkak ki ben, Allah’ın bütün insanlara onları uyarmak ve kâfirlerin üzerine hak söz gerçekleşsin diye gönderilmiş elçisiyim. İslam’ı kabul edersen edersin. Eğer İslam olmaktan kaçınırsan Mecusilerin günahı senin üzerindedir.” (İbn-i kesir)
Hz. Resulullah’ın gönderdiği, mektup muydu elçi miydi? Hem mektuptu hem elçiydi. Mektup, diplomatik meşruiyet sağlamış, elçiler de İslam’ı anlatmışlardı.
Davet, insani bir iletişimdir; insanın, insanı Allah (cc)’a kul olmaya çağırmak için insan ile kurduğu insani bir ilişkidir. Gaye ilahidir; iletişim yolu insanidir. İnsani ilişkinin en güçlüsü, en etkilisi, bütüncül görüşmedir; mekân birliği yaparak yüz yüze görüşmedir. Hiçbir iletişim yolu, yüz yüze görüşmenin yerini alamaz. Her iletişim yolu, yüz yüze görüşmenin öncülüdür, kapısıdır. O iletişim, yüz yüze görüşmenin yolunu açarsa anlamlıdır, önemlidir, etkilidir.
Kitle iletişim araçları bir yönüyle Hz. Resulullah’ın gönderdiği mektuplardır ama diğer yönüyle sahabeleri krallarının ülkesine ulaştıran atlardır. O mektuplar, herhangi bir postayla değil Havarilerin yerini tutan sahabelerle gönderildi. Her mektup izaha açıktır, her mektup tamamlanmaya muhtaçtır.
Binicisi olmayan bir at, hiçbir şey değildir. Havarilerin yerini tutan elçilerle gitmeyen bir mektup, çok şey değildir. Kitle iletişim araçları, davetçiyi uzaktaki kişilere ve kitlelere ulaştıran bir araçtır. Davetçinin sorumluluğu ulaşabildiği yere kadardır. Araç ve imkân varlığı davetçinin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Aksine, her araç daha uzak bir yere ulaşma imkânı sağladığından davetçinin sorumluluğunu artırır.
Bineği olanın sorumluluğu ile bineği olmayanın sorumluluğu farklıdır. Bineğin varlığı, binek sahibinin sorumluluğunu artırır. Bir tür iletişim robotu olan bir kitle iletişim aracına sahip olmak, davette insan unsurunun işini azaltmaz; aksine ona yeni bir iş yükler, yeni bir sorumluluk yükler.
O sorumluluk, o kitle iletişim aracının (o atını, o mektubun) ulaşabildiği her yere bizzat ulaşmaktır; kitle iletişim aracıyla sağlanan eksik-sakat görüşmeyi yüz yüze görüşme ile tamamlamaktır. Davet gibi mukaddes bir iş, eksikliği kabul etmez.
Hz. Muhammed (s.a.v)’e Havari olmayı, O’nun mukaddes mektubunu modern çağın insanına, küreselleşme çağının belirsizliğinde kendisine güvenilir bir rehber arayan kalabalıklar içinde yalnız ve zavallı insanlara bizzat ulaştırmayı, onlara “Allah’ın Elçisi’nin elçisi olarak size geldim” demeyi kim istemez?
İsrailoğullarının peygamberlerine yaptıkları kötülüğü kim Allah’ın Resulüne, ahir zaman insanlığının padişahı Hz. Muhammed Mustafa salallahü aleyhi vessellem’e yapma cüretinde bulunur?
Onun mukaddes elçilik emrini kim havada bırakmayı ister?
Mektuplar, elçileri bekliyor.
İnsanlar, davetçileri bekliyor.
Davet, davetçileri bekliyor.
Söz&Kalem Dergisi / Editör