Bismillah,
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur, salat ve selam alemlere rahmet olarak gönderilen kutlu elçinin (s.a.v) üzerine olsun.
İslam hukukunun ana kaynakları olan Kur’an ve Sünnetin genel hükümlerine bakıldığında, hukukun genel gayesinin ümmetin düzenini korumak, salahının temini için bireyin ve toplumun yararına olan hususların ön plana çıkarılması ile buna engel olabilecek durumların def edilmesinin amaçlandığı görülmektedir. Daha kısa ve özlü olarak ifade etmek gerekirse; hayrın celbi ve de şerrin defî suretiyle kamu yararının sağlanmasıdır. Zira İslam vazettiği hükümlerde maddi ve manevi zarar ve mefsedetleri ortadan kaldırmayı gaye edinir. Bu gayenin temini noktasında İslam hukukunun ikincil kaynaklarından olan ve aynı zamanda naslardan hüküm çıkarma yöntemlerinden biri olan maslahat çok önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam hukukunu dinamik kılan, içinde yaşanılan dönem itibariyle ümmetin yararına olan hususların tespiti ile zararına olan durumların fıkhen belirlenmesinde çok önemli bir yere sahiptir. Bir kavram olarak maslahat ise; “toplum veya bireyler için devamlı ve çoğunlukla salahın (iyilik) hasıl olduğu fiil”[1] anlamına gelmektedir.
İslam hukukçularının çoğunluğu maslahat prensibini pratik olarak hüküm ve yargılama açısından şerî bir delil olarak görmüşlerdir. Başta raşit halifeler olmak üzere mezhepler döneminde de bir çok hükme dayanak olmuştur. Fakat İslam hukukçuları tarafından maslahatın muteber sayılması için bir takım şartların öne sürüldüğü görülmektedir. İmam Şatibî; maslahatın yapısı itibariyle makul olması gerektiğini, ibadetlerde tam teslimiyet söz konusu olduğundan bu sahada maslahatın geçerli olamayacağını, şeriatın bütün amaçlarına uygun, dinde zaruri olan bir şeyi korumaya ya da bir sıkıntıyı gidermeye yönelik olması gerektiğini şart koşmuştur.[2] Bu noktada daha sıkı davranan İmam Gazali ise; maslahatın bilinen beş (akıl, din, can, nesil ve mal emniyeti) zaruri duruma ilişkin, bütün müslümanları kapsayıcı ve kesine yakın olması gerektiğini kabul etmiştir.[3] Bu konuda yakın dönem İslam alimlerinden biri olan Muahammed Ebu Zehra da bu konuda İmam Şatibî’ye paralel bir görüşle; maslahatın şerî bir delil ile geçersiz kılınmamış olmasını, makul ve zaruri bir güçlüğü gidermeye yönelik olması gerektiğini ileri sürmüştür.[4] Her ne kadar bazı usul alimleri tarafından sadece İmam Malik’in maslahatı delil olarak kabul ettiği ileri sürülse bile, aslında diğer mezhep imamlarının da maslahatı kabul ettiği açıktır. İmam Karafi; bütün mezhep imamlarının maslahat prensibine dayandığını, zira iki meseleyi birbirine kıyas ederken, ayrıca bir delil aramadıklarını sadece iki mesele arasında bir bağlantının var olup olmadığını araştırmakla yetindiklerini, işte bu bağlantının maslahat olarak kabul edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.[5] Bu şekilde başta raşit halifeler olmak üzere, mezhep imamları ve diğer İslam hukukçularının çoğunluğu maslahat prensibini temel bir ilke olarak kabul etmişlerdir. Örneğin; Hz. Ömer’in Kur’an ayetlerini tek mushafta toplaması, divanları teşkil etmesi, para basılması ya da hapishane yapılması gibi işleri hep maslahat gereğidir. Elbette bu konuda maslahatın muteber sayılması nefsi arzuların ürünü olmama ve naslara aykırılık teşkil etmeme şartları açısından İslam hukukçuları çok sıkı davranmışlardır. Burada özellikle şu konuya değinmek gerekir ki; maslahat prensibinin muteber alanda kalmasını sağlayacak en önemli husus, İslami hükümlerin(nasların) maksat ve dayandıkları gerekçelerin bilinmesini sağlayacak bir İslami hukuk eğitiminin verilmesidir. İslami hükümlerin maksatlarının iyi tespit edilememesi nasların zahiri ifadelerine dayalı olarak hareket etme sonucuna götürür ki bu durum sakıncalı bazı tabloları ortaya çıkarabilir. Örneğin, bazı sahabiler yaralı iken cünüp olan bir adama gusletmesi gerektiği konusunda fetva verdiler, adam da bu fetvaya uyarak gusletti bunun üzerine öldü. Bu olay üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu; “Onu öldürdüler, Allah da onların canını alsın! Madem bilmiyorlardı sorsalardı ya. Zira cehaletin çaresi sormaktır.”[6] Aynı şekilde “Tebaâ üzerine tasarruf maslahata göredir.”, “Zaruretler haramları mübah kılar.”, “Meşakkat kolaylaştırmayı celbeder.” veya “Umumi zararı def için hususi zarar ihtiyar olunur.” gibi İslam hukukunun temel ilkeleri maslahat prensibini destekleyen ve aynı zamanda bu prensibe dayanak olarak kabul edilebilecek önemli ilkelerdir.
İslam hukukçuları, maslahatları önem derecesi bakımından üç kısma ayırmışlardır. Bunlar;
1) Zaruriyyatın Korunması: Toplumun varlığını koruyabilmesi ve devam ettirebilmesi için vazgeçilmez haklardır. Zira bunlar yitirildiğinde hayatın düzeni bozulur, ortalığı anarşi ve kaos sarar. Bu zaruri değerler; din, can, nesil, akıl ve mal emniyetinin sağlanmasıdır. İnsanın onur ve haysiyeti ile varlığı ancak bu değerler ile mümkündür. Bu aynı zamanda İslam devletinin tebaasına karşı yerine getirmekle mutlak anlamda sorumlu olduğu görevlerdir.
2) Haciyatın Sağlanması: Bu maslahat dercesi bakımından insanların yaşantılarını kolaylık içinde ve sıkıntıya girmeden sürdürebilmeleri için gerekli düzenlemelerdir. Bu maslahatlar beş temel ve zaruri değeri korumak için alınması gereken tedbirleri ifade eder. Haciyatın sağlanmaması durumunda zaruriyyatın korunmasında olduğu gibi toplumun düzeni tamamen bozulmaz fakat insanlar zorluk ve sıkıntılar ile karşı karşıya kalırlar. Örneğin, aklın korunması için şarap satışının yasaklanması, neslin korunması bakımından yabancı bir kadının mahrem yerlerine bakmanın haram kılınması ya da malın muhafazası için karaborsacılık kastıyla mal biriktirmenin yasak kılınması bu maslahat türüne verilebilecek örneklerdir.
3) Tahsiniyatın Gerçekleşmesi: Tahsiniyat maslahatın aslını gerçekleştirmediği gibi maslahat için bir tedbir mahiyetinde de değildir. İnsanların durumlarının üstün ve güzel davranışlar açısından kemal noktaya taşınması için yapılması gerekenleri ifade eder. Tahsiniyatın bulunmaması durumunda ne zaruriyatta olduğu gibi hayatın düzeni bozulur ne de haciyatta olduğu gibi insan herhangi bir sıkıntı ve zorluk ile karşı karşıya kalır. Fakat bu durumda insanlar mutlu ve onurlu bir hayatı elde etmede güçlük çekerler. Burada amaçlanan insanların durumlarını iyileştirmek ve daha mükemmel hale getirmeye çalışmaktır.
Sonuç olarak; zamanın ve ihtiyaçların değişmesiyle yeni maslahatlar ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan bu maslahatlar dikkate alınmaz ve bunlara ilişkin hukuki olarak bir hüküm konulmazsa, insanlar çok ciddi darlık ve sıkıntılara düşebilirler. Bu ise aynı zamanda İslam hukukunun dinamik olmasını ve güncelliğini muhafaza etmesini zora sokacak bir duruma sebebiyet verir. Bilakis İslam hukuku her zaman ve her mekanda insanların her ihtiyacına cevap verebilecek gelişime açık bir hukuk sistemi olma niteliğine sahiptir.
Selam ve dua ile…
Kaynakça
____________________________________________
[1]-Muhammed Tahir Bin Aşur, Mekasidu’ş-Şerati’l İslamiyye
[2]-İmam Şatıbî, el-İ’tisam
[3]-İmam Gazali, Mustasfa
[4]-Muhammede Eu Zehra, İslam Hukuku Metodolojisi
[5]-Karafi, Tenkihu’l-Fusul
[6]-Ebu Davut, Taharet, 125
Söz&Kalem - Muhammed ENES