Yaşamın özünde saklı olan dikey ve yatay birlikteliğin adıdır zaman ve mekân. Varlık âlemi bu büyük birlikteliğin içinde anlam kazanır. Zamanda hem birlik, hem çokluk vardır. Zaman klasik dönemde bir yöne teveccüh ve bir noktadan başka bir noktaya hareket olarak zikredilmiştir.
Zaman ve mekan bu manada hareket ile doğrudan irtibatlıdır. Yerinde hareketsiz duran bir aracın yüzlerce kilometre mesafe kat edebilme kuvvesine sahip olsa dahi, hareket etmediği müddetçe sıfır noktasında bulunduğunu söyleyebiliriz.
Zaman, varlık ve yokluğun ârafında cevelan etmektedir. İnsan zamanın geçip gittiğini bütün hücreleriyle görür. Bir bozuk saat taşıyor olsak dahi, zaman bizim saatimizin çalışmasını beklemeksizin akıp gitmeye devam etmektedir. Fakat gerçekliğini parmak uçlarımıza kadar hissettiğimiz tek bir “an” vardır. Zikrettiğimiz andan geriye kalan ise hafıza ve hayal gücümüzün adeta garantisi altındadır ve an içindeki gerçeklikleri oldukça muğlaktır.
Zaman, kişinin ahvaline ve edvarına göre değişen bir yöne sahiptir. Çünkü zamanın nesnel ve öznel sureti birbirine hal ve durum değişimlerinde denk düşmemektedir. Nitekim modern insanın en büyük şikâyetlerinin başında zamanın hızlı akışı gelmektedir. Nesnel olarak hızlanan bir şey yoktur oysaki. Fakat zaman ve mekân arasındaki mesafenin hız döngüsü içinde kapanması, postmodern zaman algısında büyük bir ahir zaman sendromu meydana getirmiştir. Bu durum hayat karşısında erken yorulma, henüz genç yaşlarda yaşlandığını hissetme, hızlı koşma ve erken tükenme gibi toplumda yayılma potansiyeli kuvvetle muhtemel psikolojik salgınlar meydana getirmektedir.
Müslüman sufi bilgeler ise zamanı ele avuca sığmayan “sonsuz bir an” olarak tasvir etmişlerdir. Kimi irfan ehli de âlemdeki her şeyin, aynı zamanın farklı suretlerinde yaşanmakta olduğunu dile getirmişlerdir.
Zamanı belirleyen takvim ve saat, muayyen bir sınır ve dilimlere bölme ile yaşamı kolaylaştıran bir gereklilik olarak anlaşılsa da; zamanı aslında içine sığması mümkün olmayan bir kaba sıkıştırmak gibidir. Pir-i Mevlana Celaleddin Rumi’nin muhteşem ifadesiyle koca bir denizi küçük bir testiye dökmek gibidir. Bununla birlikte insanın varlık âlemi içinde bulunuşu da zaten bir canı içine sığdırma ve bir cihana sığma çabasıdır. Her ne kadar sınırlı olanın namütenahi olanı kendi sınırları çerçevesine sıkıştırması mümkün değilse de böyle bir durum söz konusudur.
Allah, Zahir’i ve Batın’ı bilmektedir. O, Evvel ve Ahir’dir. Bizim için bir yerden bir yere yolculuk olan hayatın iki noktası Cenab-ı Hakk’ta birleşir. İnsan ve varlık âlemi Hakk’tan gelmiş ve dahi Hakk’a doğru gitmektedir. Hareket etmekte olduğu âlem ise varlık nurunun ve yokluk karanlığının ortasında bulunan bir köprü gibidir.
Mekân kavramına kısaca değinecek olur isek; Bayazid-i Bestami’nin sorduğu soru da yazımızın başlığında yer alan “mekân” kelimesine irfani bir kapı aralamaktadır. Ne demişti Bayazid, “Allah’tan geldik, Allah’a gidiyoruz. Peki, şimdi neredeyiz?”
Mekân derken kastettiğimiz dünya misafirhanesidir. Mekân, Yusuf’un kuyusudur. Yunus Emre’nin bir göz yumup açmak kısalığında ifade ettiği; hayatın serpilerek hikayeleştiği zemindir. Aldanışı çok olan bir pazar yeri, sesli ve gürültülü bir rüya olan, tarihin dikenli telleri içinde kalmış, ölüm ve acının yıpranmış eteklerine sıkı sıkıya sarılmış kanlı mihnetler yurdudur.
“Eğer şâh ü eğer bende
Her kişiyi salan bende
Kimse mekân tutmaz sende
Vîrân dünyâ değil misin”?
Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerinin Divan-ı İlâhîyât’ının altmış altıncı şiirinde dile getirdiği en önemli noktalardan biri dünya adlı mekânın kimsece ebeden ve daimen zapt edilemeyeceği hakikatidir. Nesiller gelecek ve nesiller gidecek. Dünya bir kuşaktan boşanacak, bir yenisi ile nikâhlanacak.
Bizler dünyayı geçici olduğu nazarı ile temaşa eder iken; aslında geçici olanın biz olduğunu unutuyoruz. Zira bu muvakkat haller içinde yolculuğumuz sürerken geride bıraktığımız şeyler de bizden geçip gitmektedir. Ununu eleyip eleğini eski bir duvarda emekli eden büyüklerden gündelik meseleler ile ilgili sıklıkla, “Evladım, bizden geçti bu işler” cümlelerini hep bu mahiyette duyarız.
Geçmiş ve gelecek mutlak olarak Cenab-ı Hakk’ın ezeli ilmindedir. Zamanı yaratan ve kudretinde zamansal bir sınır bulunmayan sadece Hakk’tır. Yaşadığımız dünya, zamanın ontolojik hakikatini belirli bir kavrayış sınırına göre tanzim eder. Zamanı kendi anlam düzeyine indirgeyerek köstekli bir saatin tik taklarına dönüştürür. Bir günü 24 saat, bir saati 60 dakika, bir dakikayı 60 saniye ve bir saniyeyi 60 salise olarak biçimlendirir. Bugün artık salisenin de alt gruplarına gidebilmekteyiz. Milisaniye, saniyenin bine bölünmesiyle elde edilmektedir. Milisaniyenin bine bölünmesiyle ortaya çıkan birim ise saniyenin milyonda biri kadar olan mikrosaniyedir. İslam irfan geleneği en küçük birim için “an” kelimesini ve aynı minvalde “dem” kelimesini kullanmaktadır. İrfani gelenekte zaman deyince an vardır, gerisi vesairedir.
Rahmetli büyükannem 110 yaşında idi. Bunca hatıranın, acı ve tatlı hadiseye şahit olmanın bir insanın yaşamında neye karşılık geldiğini merak ederek bir gün sordum; “Nasıl bir hayat yaşadın?” O pir, ihtiyar ve çelimsiz sözcükleriyle şöyle dedi; “Hepsi şu an gibi gözümün önünde, hepsi sanki burada ve bugün olmuş gibi…”
Geçmiş, An ve Gelecek
İnsan yaşamı, dili ve düşüncesi geçmiş, şimdi ve geleceğin varlığı üzerine kuruludur. Yaşamın ara nüanslarıyla beraber çocukluk, gençlik ve yaşlılık olarak nitelendirebileceğimiz bir kronoloji içinde deveran ettiğini söylemek mümkündür. Bütün dünya dillerinin isimler, kelimeler ve çeşitli zaman kalıplarından teşekkül ettiği de ayrıca bir makale konusudur.
Bununla birlikte insan zihni üç düşünce biçiminin belirlenimleriyle algılama yetisi taşır. Bu algılama kökleriyle şu ana tutunan, yüzünü gelecekten gelen ışığa çevirmiş ve sırtını maziye dönmüş bir ay çiçeği gibidir. Şimdiki zaman içinde geçmişin silinmesi güç izleri vardır. Bizler o izlere “hatıra” deriz. Gelecek ise “temenni” ve “umut” olarak bugünün gayret ve çabalarına göz kırpar.
Hatıra geçmiş zamanla, idrak şimdiki zamanla, beklenti ise gelecekle ilgilidir. Bu da düşünme biçiminin sürekliliğini sağlama ve varlığa bir giriş, gelişme, sonuç tayin ederek anlama düzeyine indirgeyebilme çabasının bir ön koşuludur.
İslam irfan geleneğinin en temel meselelerinin başında, aklı geçmişin hatıralarından ve geleceğin belirsiz beklenti ve tahayyüllerinden özgürleştirerek bugünü saf bir taakkul ile idrak etmek gelir. Geçmişin tasfiyesi ve yaşanmış hadiselerin bugünü etki altında bırakması, gelecekte yaşanması muhtemel hadiseleri şekillendirmesinin engellenmesi mühim bir gereklilik olarak görülmektedir.
Nitekim irfani geleneğin nefs ve irade terbiyesi cihetiyle ortaya çıkan yönünde temel maksat aklın; nefsani arzu ve isteklerin, duygusal değişim ve iniş çıkışların, hafızanın negatif birikimlerinin tesirinden kurtulması ve varlık, eşya ve esmanın hakiki anlamlarını idrak edebilecek makama ulaşabilmesidir.
İlim bilmektir. İrfan ise tanımak… Bilmenin karşısında zıddiyetiyle cehaleti konuşlandırırız. Aynı zamanda irfanın zıddı ise gaflettir. Gaflet için latife babından “Ayakta uyumak” tabirini kullanabiliriz. Manevi bir uyku halidir gaflet. Gafletin bir sonraki adımı dalalettir. Dalalet etimolojik köken itibariyle kaybolmak demektir. Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında yolunu kaybetmek…
Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (asm), kişinin en büyük düşmanının iki canibi arasında bulunan nefsi olduğunu buyurmuştur. Düşmanı olan kişi, teyakkuz halinde olmak mecburiyetindedir. Er kişi mücahede ettiği cephede nefs ve şeytan düşmanına karşı iman nöbeti tutarken, nöbet yerinde gaflete düşüp uyuyakalırsa, düşman gelir ve cepheyi tarumar eder. Bundan mütevellit, gaflete karşı yaşanan anın şuur ve idrakinde olmak, doğru zamanda doğru yerde olmak, nefsaniyetin keskin bakışlarını, sapma, saplantı ve hülyalarını törpüleyerek yaşadığımız olayların hikmetine vakıf olmak gerekmektedir. Aksi halde kişi dalaletin kızgın beyabanında kaybolur. Çölde kaybolan kişinin ise telef olması, heder olması, ziyan olması kaçınılmazdır.
Geleceğin beklentiler çarşısında takılı kalmak ve geçmişin saplantılar kıskacında boğulmak irfani geleneğin reddettiği bir haldir. İnsan, karşılaştığı her şeyde ilahi bir imtihan izi görmeli, tekamülün sırrına aşina olarak maddi perdeleri ruh pencerelerinden kaldırmalı, insan-ı kamilin reh-i aşkına kanat açmalı, zamanı aşarak zamanın ötesine seslenmelidir.
Söz&Kalem Dergisi | Orhan Özsoy