Dil nedir?
Dil, Allah’ın yarattığı sonsuz sanat harikalarından en müstesna olanıdır. Çünkü o, hacmi itibarıyla küçük olmasına rağmen, yüklendiği görev ve sorumluluklar itibarıyla vücudun diğer bütün organlarından daha büyük ve mühimdir. Diğer organların iş alanları sınırlıdır. Örneğin göz, sadece renk ve şekilleri görür; kulak sadece sesleri duyar; el yalnızca maddeye temas eder. Dil ise, maddi ve manevi bütün varlıklarla, ilim, tasavvur ve hayal alanlarına giren tüm şeylerle ilgilenebilir. O, bunları doğru veya yanlış bir şekilde, kabul veya ret tarzında seslendirip söyleyebilir.
Sözlükleri karıştırdığımızda göreceğiz ki dil; hem lisan hem vücut azası hem de gönül ve kalp olarak tanımlanmıştır. Mehmet Akif Ersoy her ne kadar “dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım” dese de insanın söyledikleri dilinden önce gönlünden çıkar ve karşısındakilerinin de gönüllerine ve kalplerine tesir eder.
İnsanın ebedi saadet veya felaketine sebep olan iman ve küfür de dilin ikrarıyla belli olur. Bu özelliğinden dolayı dil, sonsuz hayra da sonsuz şerre de vesile olabilir.
Dilin önemi nedir?
Allah insanı, organlarında hiçbir eksiklik ve bozukluk olmadan yaratmış, ruhundan üflemek suretiyle şereflendirmiş, eğri ve doğruyu ayırt edecek akıl vermiş, peygamberler ve vahiyle eğitmiştir. İnsanı insan edecek değerleri bildiren Allah, kulunun vücut organlarından olan dil üzerinde ehemmiyetle durmuş ve onun hayati olduğunu da âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.v) aracılığıyla bildirmiştir.
“Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (İsra 17/53)
İnsana düşen görev dilini muhafaza etmek ve vahyin ışığında kullanılmasını sağlamaktır. Zira dil çok hassas yaratılmış duyu organlarından birisi olmasının yanı sıra zikrin ifadesi, insanın tercümanı, kalbin meyvesi, cennetin anahtarıdır. Dolayısıyla kemiksiz yaratılmış bu organı amacı doğrultusunda kullanmak gerekir. Aksi durumda insanı ve insanlığı felakete sürükler.
İslam dini fertler arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde sürmesini hedeflemiştir. İster hukukî ister ahlâkî alanda olsun, getirdiği bütün kısıtlamalar ve sınırlar fert ve toplumun huzur ve mutluluğunu tesis etmeye yöneliktir. Huzur ve güven ortamını bekleyen tehlikelerin başında dilin muhafaza edilememesi gelmektedir. Bu sebeple ayet ve hadislerde dili korumak için birtakım emir ve yasakların yanında uyulması gereken genel prensipler de beyan edilmiştir. Kötü sözden kaçınmak, kişiyi cehennem ateşinden koruduğu gibi kişinin yaptığı ibadetlerin kabul olmasına da vesile olur.
Allah Teâlâ Kaf suresinde “insan bir söz söylemesin ki, yanında onu gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın” buyuruyor. Böylesine yakından bir takip, tespit ve denetime tabi olduğumuzu bilmek, dilimize sahip çıkmamızı gerektirir. Peygamber efendimiz dilimize sahip çıkmanın ve onu korumanın iki yolu olduğunu “Ahiret gününe iman eden ya hayır konuşsun ya da sussun” şeklinde belirtmiştir. İman esaslarından bir esasın söz konusu edildiği bu meselenin önemi daha nasıl ifade edilebilir, gelin siz düşünün.
“Dil, kaderin mührüdür.”
Allah Teâlâ mütekellimdir. Kelam sıfatının sahibidir. Bu sıfatı, insanın dilinde ilim, kudret ve hikmet ile kaderî helezonlar şeklinde taayyün olmuştur.
Rum suresinde “Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla dil, pek çok sıfat ve esmasıyla beraber Allah’ın vahdaniyetinin bir ayeti ve alâmetidir.
Ancak, ben burada dilin anatomik ve filolojik yönünden ziyade duygu ve düşüncenin ifadesi ile tecelli eden kaderî mühür tezahürüne dikkat çekmek istiyorum. Çok küçük bir miktarda ağırlığa sahip bir organ, nasıl olur da İlahî sıfatın ve esmanın, duygu ve düşüncenin bir araya gelmesini sağlayarak kadere mühür ve alamet oluyor, insan gerçekten hayret ediyor.
Kader, Allah’ın sonsuz ilmi, iradesi ve sınırsız takdiridir. Bilmenin ve bunu ifade etmenin insandaki vasıtası da dildir. Hissedilen ve bilinenin ifade ve nakil vasıtası olarak bilen ve takdir eden Allah’ın; insandaki dili, kaderî bir mühür ve alâmettir, diyebiliriz.
Konuya biraz açıklık getirmek gerekirse;
Bir eşya veya hadisenin meselâ gülün manası kalpten çıkmadan önce muhtemeldir ki bütün insanlarda aynıdır. Ancak bu mana hayale geldiğinde akıl ve hissin tesiriyle şekil alırlar. Bu noktada insan mensup olduğu milletin diline, lehçesine ve ağzına uygun olarak gülü ifade eder. Burada doğrudan anadilini kullanan kişi, araya başka dilleri karıştırmadan direkt kendi öz dilini kullandığı için, ifade etme vasıtası olan dil ile dimağında yüklenmiş bulunan kaderî programı kullanır.
Üstad Bediüzzaman, teşbih ve istiare dolu ifadesiyle; “toplumun dili, o toplumun geçmiş ve geleceğini içinde saklayan bir kaderidir” diyor. Mazinin örf ve âdetleri dil ile ifade edilir ve nakledilir. Tıpkı günümüz insanının kullandığı dilini, geçmişten tevarüs ettiği gibi. Bir benzetme yapacak olursak, çekirdek, ait bulunduğu ağacın özelliklerini saklayan kaderî bir program iken dil de geçmişin bütün hususiyetlerini, bilgi ve tecrübelerini saklayan kaderî bir programdır, vasıtadır.
Üstad Bediüzzaman, “İnsanda kaderin mührü, lisanıdır.” derken, insaniyetin sureti ve lisanı ile resmedildiğini ifade eder. Bu suretin içerisinde bütünüyle insaniyet ile alâkalı olan bilgi ve tecrübeler dil ile alınır ve dil ile verilir. Dolayısıyla lisan, dil kaderî bir pakettir, mühürdür.
Dilin görevleri nelerdir?
Yaratıcısını zikretmesi. Bu zikir dil ile yapılacaktır elbette, fakat dilin, gönül anlamına da geldiğini belirttik. O halde, burada kastedilen zikrin, gönle de sirayet etmesi son derece önemlidir.
İyi ve doğru şeyleri emretmesi, hatırlatması; çirkin ve fena şeyleri nehyetmesi, sakındırması. Bu görev de Kur’an-ı Kerimde, kurtuluşa erenlerin yerine getirdiği vazifelerin başında gelir ki dilin bu husustaki rolü pek mühimdir.
Faydasız ve fuzuli meselelerden uzak durması. Allah Teâlâ müminlerin özelliklerinden bahsederken, “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler” buyuruyor.
Dilin bir diğer önemli görevi de doğru ve hak olarak konuşması. Tirmizi’den rivayetle Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu sabaha çıktığı zaman, bütün organları dile baş eğerler ve şöyle derler: Ey dil! Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Biz sana uyarız. Eğer sen doğru olursan biz de dürüst oluruz. Eğer eğilirsen bizde eğiliriz.”
Tabi burada sayılan görevler, dilin özelinde, sahibine hatırlatılan görevlerdir ki dilin idarecisi ve imtiyazlısı odur. Dilin kemiği yoktur mantığı ile hareket edip de ağzına her geleni söyleyen kişinin durumu hiç de iyi bir yere gitmeyecektir. Allah muhafaza etsin.
Diline sahip çıkana cennet var!
Sehl b. Sa’d es-Saidi r.a Resulullah Efendimizin a.s şöyle buyurduğunu riayet etmiştir:
“Kim dili ile iffeti konusunda bana garanti verirse, ben de ona cennet hakkında garanti veririm.”
Dil keskin bir kılıç gibidir. Kabzasında durduğu ve hayırlı işlerde kullanıldığı müddetçe kimseyi yaralamaz. Fakat kabzasını terk ettikten sonra ve yalan, iftira, gıybet gibi kötü hasletler için kullanıldığında hem sahibini hem de karşısındakini yaralar, mahveder. Kötü söz de kurşun gibidir. Kan akıtmaz fakat ondan da beter bir hale getirir. Yayından çıkan ok gibidir. Artık geriye dönüşü mümkün değildir.
İnsanın kalbi bir sandıktır. Dudaklar onun kilididir. Dil ise anahtarıdır. İnsana gereken bu kilidi iyi kullanmaktır. Sandıktaki ziynet eşyalarını yani sözlerini, cümlelerini dil anahtarı ile dudak kilidinden çıkarmalıdır. Aksi takdirde sandığın hiç açılmaması daha güzel olacaktır.
“Söz, ağzından çıkmadan önce o senin esirindir; ağzından çıktıktan sonra ise sen onun esiri olursun”. Bu söz Hz. Ali’ye atfediliyor. Sözün özü mana yüklü olduktan sonra kimin söylediğinin bir önemi yok.
Akıllı kişi, sözünü kalbinin ardından alan kişidir. Konuşmak istediği zaman onu kalbine sorar ve bakar. Eğer menfaatine ise söyler, zararına ise tutar, söylemez. Ahmağın sözü, dilinin kenarında, aklı ise kucağındadır, ayağa kalktığı zaman düşer.
Bazı belalar bize dilimizle gelir. Ahlarımız, beddualarımız, hedef gözetmeyen sözlerimiz. Yunus Emre “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” derken ne kadar da ehemmiyetli bir noktaya değinmiş. Söz olur savaşlar bitirir, huzur ve barışı getirir. Söz olur kişinin başını götürür, ülkeleri karşı karşıya getirir. Söz dile, dil sahibine, dilin sahibi de Allah’a bağlı olmalıdır ki ne savaşlar olsun ne de başlar kesilsin.
Söz&Kalem - Mustafa Yalçınkaya