"Koşturuyorum, yoruluyoruz, hangi birine yetişeyim, kaç parçaya bölüneyim..."
Çok tanıdık geldi değil mi bu cümleler? Adeta kendimizi bize hatırlatan ifadeler. Dinlenmeye yahut kendimizi dinlemeye ihtiyaç bulduğumuz ilk anda, "ne var ne yok" sorusuna verdiğimiz cevaplar bunlar.
Koşuşturmanın bağrında kendimizi unuttuğumuz şu kalabalık ve gürültülü çağda başka alternatifimizin olmadığını düşünürüz çoğu zaman. Ya koşturacağız yahut kaybolacağız kalabalıklarda. Zira koşturmayan yerinde sayandır. Saatte 107 bin kilometre hızla dönen Dünya'da yerinde duran, daima geriye gitmeye mahkûmdur. İşte bu yüzden, gerileyip alçalmama adına koşturuyoruz sağa sola. Adımlar atıyoruz ya ileri ya geri. Uyanıyoruz, meşguliyetlerle boğuşuyoruz, meşguliyetlerde boğuluyoruz. Akşam oluyor. Biraz kendimizi dinleme yahut kendimizde dinlenme fırsatı bulursak ne âla. Bulamayınca da soru(n)ların ve kendimizin üzerine yorganı çekiyor, gözlerimizi yumuyor ve kendimizi yarınki yorgunluğun pençesine hazırlıyoruz.
Hiç düşünüyor muyuz ne yaptığımızı? Nereye koşturduğumuzu? Ne için koştuğumuzu? Gayemizi sorgulayarak mı harcıyoruz bütün enerjimizi? Yoksa yapmak zorunda hissedişimiz mi yaptırıyor bütün bunları?
Kurulu düzenin çarkları bizleri gergin ve stresli bir mücadelenin bağrına bırakıyor. Adeta çarkların arasında ezilip büzülüyoruz gecenin zifirisi çökene değin. Dünya meşgalesi tefekkür vakti bırakmayacak kadar yoruyor bütün hücrelerimizi. Bazen dinlenmek bile aklımıza gelmeyecek kadar koşuşturuyoruz.
Ama tam burada, evet bu noktada durmamız gerekiyor. Zira koştuğumuz yer gerçekten uğruna ömür tüketmeye değer mi? Ömrün en kutsal ve geri dönüşsüz kavramı olan ‘zaman’ı harcadığımız meşgalelerimiz, yapılması ne kadar elzem işler? Kim istiyor bizden bunları yapmamızı? Rabbimizin buyurduğu: "O halde boş kaldın mı yine kalk yorul(İnşirah-7)" ayetine icabet etmek bunu mu gerektirir?
Gelin bunu birlikte irdeleyelim...
İnsanoğlu kâinata cedel için gönderilmiştir. Sürekli bir mücadelenin göbeğinde bulunmak zorundadır insan. Saha, istesek de istemesek de kavga sahasıdır. Hak-batıl, iyi-kötü, güzel- çirkin, yalancı-dürüst, ihya-imha... Bizler ise bu sahada iyi niyetimizle bir köşe kapma, işin ucundan bir tutam da olsa tutma adına gayret gösteriyoruz. Hak örtüsünün hangi ucundan tutarsak kârdır hesabı, durmadan örtünün bir köşesinden diğerine mekik dokuyoruz.
İyi niyetle yaptığımız bu gayreti, harcadığımız zamanın cennet azığı olmasını, Allah katındaki mükafat kısmını irdelemek haddim değil elbette. Fakat dünyevi bunca uğraşın içinde, yazımızın başlarında değindiğimiz bunca yorgunluk ve dünyevi koşuşturmaya rağmen; Rıza-i İlahi adına, Hak'kı kaim tutma gayesiyle yaptığımız uğraşlarımıza hepimizi bir ya da iki adım geriye gelip çerçeveye geriden bakmaya davet ediyorum.
Zira bizim ülkümüz sadece kendi topraklarımıza değil, kâinata Hak'kı haykırmak ve güzelliği inşa etmektir. Hedefimizin bu kadar anlamlı, aziz ve büyük olması planlarımızı bir kez daha irdelemeyi gerektirir.
Zamanımızın ve imkânlarımızın bu denli kısıtlı olduğu dönemde, bütün gençlerimizin elinden geleni ardına koymadığından eminim. Herkes ihya ve inşa uğruna; malını, zamanını, nefsani arzularını nasıl elinin tersiyle itiyor, buna kendi gözlerimle şahidim. Ancak yine de dikkat edilmesi gereken bir hususa parmak basmak istiyorum. Kendi benlik ve kimliğimizi tanımak, bizlere at arabasından insansız hava aracına geçiş kapılarını aralayacaktır. Kastım, herkesin kendisini tanımasıdır. Hakkı ayakta tutma gayretinde olan her kişiye düşen görev kendi yeteneklerine ket vurmadan içindeki cevheri açığa çıkarmasıdır. Nefsini bir tarafa bırakarak, ölçüyü kaçırmayarak, şeytanın oklarına isabet etmeyerek, ihya adına becerilerini ortaya dökmesidir. Vakit, heybede ne varsa dökme vaktidir. Kalemi olan kalemini, dili olan dilini, bileği olan bileğini, fikri olan fikrini, tankını, topunu, tüfeğini... Zira zaman dardır, Üstad Hasan El Benna'nın ifadesiyle “işimiz vaktimizden çoktur”. Bu işlerin üstesinden ancak yeteneklerimizi keşif ve kanalize ile gelebiliriz. Çok çalışmak kadar; mantıklı, tutarlı, zamana vâkıf ve isabetli çalışmak da önem arz etmektedir.
Zaman, günümüzün altınıdır. Kendisi ile mücadele ettiğimiz 'batıl', ekmek parası adı altında kendi çarklarında bizi ve zamanımızı yemektedir. Hâl böyle iken, vakitten tasarruf olmazsa olmazdır. Bunun için çok koşmaktan ziyade hedefe koşmak önemlidir. Pisagor hesabını doğru yapmak gerekir. 3-4-5 üçgeninde hedefe varmak için aşılması gereken yolu 3+4=7'den 5'e indirmek bizim elimizdedir.
Vakti akıllı kullanmak zorundayız. Yüz sayısını beşe bölünce alacağımız verim, yüz sayısını ikiye bölünce alacağımız verimden düşüktür, bunu bilmeliyiz. Bunu ayarlamak her bir ferdin kendi görevidir. Kendisini yetiştirmek ve sonra bunun için uğraşmak gerekir.
Zamanı boşa harcamaktan bahsetmiyorum. Buna tenezzül etmeyecek bilinçte olduğumuzun farkındayım. Boş işlere vakit harcamayacak kadar birikimimizin ve fehmimizin olduğu da aşikâr. Ama gelin mücadelemizi kendi çapımıza göre kanalize edelim. Herkes gücünü topladığı yerden tutsun Hak örtüsünden. Daha güçlü olmanın yolu budur. Hikmetli davranmak budur. Geleceği inşa etmenin yolu da budur.
Bütün bunları yapmak için ise öncelikle daha fazla vakit kaybı yaşamadan, söyleyecek sözümüzü duyurabilmek için herkesi aynanın karşısına geçip " Ben ne kadarım?" demeye davet ediyorum. Ardından kolları sıvama, zamana karşı direnme ve çarklara karşı mücadele zamanı...
Vesselam
Söz&Kalem Dergisi | Hüseyin Gülsever