“Kötülük Problemi”, Antikçağ’dan günümüze kadar hemen hemen bütün filozofların ve dini öğretilerin üzerinde durduğu, anlamaya ve açıklamaya çalıştığı felsefi ve teolojik bir problem olmuştur.
Teodise temel olarak, Tanrı’nın özsel nitelikleri ile alemde mevcut olan kötülük arasında herhangi bir tutarsızlığın olmadığını ve kötülüğün Tanrı’nın varlığı aleyhinde bir delil olamayacağını göstermeyi amaçlamaktır.
David Hume, “Din Üstüne Diyaloglar” adlı eserinde Kötülük Problemini şu sorularla dile getirmiştir:
‘’Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? Öyleyse o iyi niyetli değildir. Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?’’
Tarih boyunca Augustine, İbn Sînâ, İmam Gazzâlî, İbn Rüşd ve Thomas gibi teist düşünürler ve İslam alimleri kötülüğün bizzat kendi varlığına sahip olmadığını düşünmüşler ve onu iyiliğin eksikliği olarak değerlendirerek teodise geliştirmişlerdir. Batı dünyasında özellikle Aydınlanma Çağı, teodise anlayışına karşı ağır eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirmiş, yüz bine yakın insanın ölümüne neden olan ve Avrupa’yı derinden sarsan Lizbon depreminin bütün yıkıcılığı, Diderot, d’Holbach, Voltaire ve David Hume gibi düşünürler en sert eleştirilerini Hristiyanlığa ve kötülük problemi üzerinden “Teistik Tanrı İnancına” yönlendirmiştir.
Teistler, Tanrının varlığına dair görüşlerini; Ontolojik delil, Kozmolojik delil, Teleolojik delil, Ahlak delili ve Dini Tecrübe delili ile desteklemişlerdir. Buna karşın Ateistler; Materyalizm, Naturalizm, Evrim Teorisi ve Kötülük Problemi gibi karşıt argümanlarla tanrıtanımazlıklarını anlamlı bir zemine oturtmaya çalışmışlarıdır.
Hiç şüphesiz bütün bu felsefi görüşler arasında Teizme karşı en büyük eleştiri “Kötülük Problemi” olmuştur. Bu gerçeği dile getiren Alman teolog Hans Küng, “Kötülük Problemi” için: “Ateizmin kayası” ifadesini kullanmıştır. Bu durum bizi hiç şaşırtmamalıdır. Çünkü hem teistlerin hem de ateistlerin bütün argümanları salt akıl ve mantık ile tartışılabilir. Ancak kendisi de kötü olduğu halde başka kötülerin kötülüğünden şikayet eden bencil insanların, duygusal ve psikolojik yapıları ve etkilenme biçimleri göz önünde bulundurulmadan “Kötülük Problemi” üzerine doğru yorum yapılamaz ve Ateistler bu yönleri ile yüzleşmeyi kabullenmeden bu kaya kırılamaz.
Bu kısa girişten sonra ilk bölümde “Kötülük Problemi”ne dair eleştiri ve teodise geliştiren düşünürlerin görüşlerini, Tanrı’nın sadece üç sıfatıyla (her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, mutlak iyi olan) ele almalarının İslam dini açısından neden yetersiz olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in Uluhiyet/Tanrı anlatımının neden tam muhatabı olamadığını ele alacağız. İkinci bölümde “Kötülüğün Göreceliliğine”, üçüncü bölümde ise ‘’Maddi ve Manevi Olgunlaşma ile İlişkisi”ne değinerek sonuç bölümüne geçeceğiz.
Birinci Bölüm: Yanlış/Eksik Tanrı Anlayışı İle Yapılan İtirazlar
Kötülük problemi üzerinden eleştiride bulunan düşünürlerin ortaya koyduğu “Mantıksal kötülük problemini” en basit haliyle şöyle formüle edebiliriz:
1) Tanrı; gücü her şeye yeten (kâdir-i mutlak), her şeyi bilen (âlim-i mutlak) ve mutlak iyidir.
2) Tanrı kâdir-i mutlaksa kötülüğü yok edebilir.
3) Tanrı âlim-i mutlaksa kötülüğün olduğunu bilir.
4) Tanrı mutlak iyiyse kötülüğü yok etmek ister.
5) Tanrı -eğer bu üç sıfata sahipse- kötülüğü yok etmelidir.
6) Kötülük vardır.
7) O halde, Tanrı yoktur.
Görüldüğü üzere, itiraz edilen Tanrı, sadece üç sıfatla (her şeye gücü yeten, her şeyi bilen, mutlak iyi olan) sıfatlandırılmıştır. Yani söz konusu problem üzerinden bu formülle eleştiride bulunan düşünürler, kendi zihinlerinde var olan Tanrı imgesine uygun olarak belirli birkaç sıfatla sıfatlandırdıkları eksik ve kusurlu bir Tanrıyı reddetmeye çalışmaktadırlar. Tabi ki bu itirazların muhatabı Kur’an-ı Kerim’in bize tanıttığı Rabbimiz değildir. Çünkü Allah Teâlâ, bütün işleri yerli yerince yapan, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyin hakikatini bilen (Hakîm)’dir. Hem de Hayrü’l-Hâkimîn yani adaletle hükmedenlerin en hayırlısıdır. (A’raf Suresi 87)
Dikkat çekmeye çalıştığımız tutarsızlığın daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle Kur’an-ı Kerim’in bize insanların yaratılış gayesini açıkladığı şu ayeti incelemeliyiz: Ben, cinleri ve insanları ancak (beni tanısınlar ve) Bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zariyât Süresi 56) Ayette geçen “li ya'budûni: bana ibadet etsinler” ifadesi başta sahabelerin müfessiri İbn Abbas (r.a) olmak üzere, müfessirler tarafından “li ya'rifûni: beni tanısınlar” şeklinde tefsir edilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, ayetin tefsirinde: “Bazıları, ‘Bana ibadet etsinler diye...’ ifadesinde beni tanısınlar diye şeklinde bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun manası da ‘Beni mabud tanısınlar’ demektir.’’ şeklinde bir açıklama yapmıştır.
Kur’an’ın anlatımına göre insanların yaratılış amacı; kâinatın yaratıcısını tanımak, ona iman ve ibadet etmektir. Peki, insanlar kâinatın yaratıcısı olan Allah’ı nasıl tanıyacaklar ve O’nu hangi sıfatlarla sıfatlandıracaklar?
Bu soruların da cevabını yine Kur’an-ı Kerim şu ayeti ile vermektedir: “O Allah ki; Halik’tir (Yaratan), Bâri’dir (yokken var eden), Musavvir’dir (şekil verendir), güzel isimler (Esmâu’l Husnâ) O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tesbih eder. Ve O; Azîz’dir (yücedir), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibidir).” (Haşr Süresi 24)
İnsanlar Allah’ı duyu organları ile kavrayabilselerdi, özgür iradeleri ile tercih yapamazlardı. Aynı şekilde bu tercihlerin neticelerini görerek, O’nun Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi), Ğaffâr (bağışlaması çok olan, tekrar tekrar affeden), Kerîm (lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden), Adl (her şeyi yerli yerine koyan, her hak sahibine hakkını veren) ve bütün Esmâ-i Hüsna’nın (güzel isimler) sahibi olduğunu bilemezlerdi.
Her şey zıddı ile kaimdir/bilinir; soğuk olmasa sıcağın, açlık olmasa tokluğun, nefret olmasa sevginin hiçbir manası, kıymeti olmaz, anlaşılamazlardı. İnsanlar, var olmak için başka varlıklara ihtiyaç duyarak Allah’ın Samed (var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) ismine, sınırlı ve eksik bilgileri ile Alim (her şeyi bilen) ismine, günah işleyip tövbe ederek Ğaffâr (bağışlaması çok olan, tekrar tekrar affeden) ismine, acizlikleri ve zayıflıkları ile Kâdir (her şeye gücü yeten) ismine, fakirlikleri ve ihtiyaçları ile Cevvâd (cömert) ve Kerîm (lütuf ve ihsanı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden) ismine bir ayna olmaktadırlar.
Tüm zamanların en büyük dâhisi kabul edilen Isaac Newton da; ”God is known from his works” yani “Allah yaptıkları ile bilinir” sözüyle, Allah’ın zâtının bilinemeyeceğini, O’nun kâinatta pırıltılarını sergilediği isim ve sıfatları ile tanınabileceği ifade ederek bu hakikate işaret etmiştir.
Mesela, Allah Teala, haksızlığa uğrayan bir kulunun hakkını hemen ona vermek yerine Hâkim ismi gereğince kusur ve kötülük olarak algılanacak tarzda bunu erteleyebilir. Haksızlığa maruz kalan kuluna Adl ismi ile adaletin ne kadar önemli bir olgu olduğunu öğretir. Haksızlık yapan zalim kuluna Ğaffâr ismi ile günahları ne kadar çok olursa olsun, bağışlamasının daha büyük olacağını ilan eder. Kâdir ismi ise görünürdeki kötülüklerin tamamını ortadan kaldırarak kullarına onları unutturmaya gücünün yeteceğini müjdeler.
Şimdi, Allah’ı zati nitelikleri ile doğru bir biçimde tanımadan varlığını inkar etmeye çalışan filozofların dile getirdikleri itirazların ne kadar asılsız olduğunu daha kolay anlayabiliriz. Onların itiraz ettikleri Tanrılar, Kur’an-ı Kerim'in bize bildirip tanıttığı Rabbimiz olan Allah değildir. Kendi kusurlu ve eksik tanrı algılarına saldırmışlardır ve hâlâ öyle yapmaktadırlar.
Devamı Mart sayımızda...
Söz&Kalem - Serdar Ayhan