Söz&Kalem Dergisi | İbrahim Halil Yıldırım
Kıraat, sözlükte okumak anlamına gelir. Terim olarak ise hem Kur’an’ın farklı okunuş şekilleri hem namazda Kur’an okuma hem de günlük hayatta okunan Kur’an’ı ifade eder. Kur’an’ın ilk emrinin “Oku” olması daha sonrasında “tertil, tilavet” emirlerinin verilmesi ilk günden itibaren bu ilmin Müslümanlar arasında önem kazanmasını sağlamıştır. Yine Resulullah (s.a.v)’in: “Ümmetimin en güzel Kur’an okuyanı Übey’dir.” buyurması da onun kıraate ve doğru okumaya ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Bununla birlikte Kur’an eğitimi için gönderildikleri bölgelerde haince pusularla şehit düşen Reci’ ve Bi’ri Maune ashabını şehid edenlere tam bir ay boyunca beddua etmesi de bu ilmin öğreticilerine ve taliplilerine verdiği önemi gösteren önemli bir tablodur.
Resulullah (s.a.v) her yıl Ramazan ayında Cebrail (a.s) ile o yıla kadar inmiş olan Kur’an ayetlerini tekrar ediyorlardı. Cebrail (a.s) okuyor. Resulullah (s.a.v) ise takip ediyordu. Bu durum Kur’an’ı, oluşabilecek tüm hatalardan beri kılmak açısından oldukça önemli olmuştur. Hatta Efendimiz (s.a.v)’in vefat edeceği sene bu mukabele iki sefer yapılarak Müslümanlara bunun önemi gösterilmiş oldu.
Her Müslümanın mütevatir bir kıraatin okuyuşuna göre Kur’an-ı Kerîm’i tilavet etmeyi öğrenmesi farz-ı ayndır. Yani kıraat, kadın-erkek tüm Müslümanların öğrenmesi gereken bir ilimdir. Bu ilimle irtibatlı olarak Kur’an’ı doğru okuma kaidelerinin bir araya getirildiği tecvid ilmi de tüm Müslümanların öğrenmek için gayret etmesi gereken ilimler arasında ilk sıralarda yer almaktadır.
Kıraat ilminin kökleri ilk dönemlere kadar gitmektedir. Bu ilimle ilgili yazılan ilk eserler tabiin dönemine kadar gitmektedir. Bu ilimdeki belki en önemli mesele “yedi harf” meselesidir. Hişam b. Hâkim isimli bir Sahabînin arkasında namaz kılan Hz. Ömer, onun Furkan Suresini farklı bir şekilde okuduğunu görünce derhal o sahabiyi alıp Resulullah (s.a.v)’in huzuruna götürür. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) her ikisine de Furkan Suresini okutur ve ikisini de tasvip eder. Sonra da şöyle buyurur: “Kur’an yedi harf üzerine nazil olmuştur. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyun.” (Buhari) Âlimler, bu rivayette bahsedilen yedi harften maksadın, Kureyş lehçesi ile inen Kur’an’ı okumak isteyip de bunu yapamayanların kendi lehçeleri ile okuyabilme salahiyetinin getirildiği söylemiştir.
Sahabe-i Kiram efendilerimiz zamanla oluşan bu kıraat farklılıklarını kendi yanlarına kaydediyorlardı. Daha sonrasında ise Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir, Kur’an bilgisi olan Sahabilerin yardımı ile ayetlerin tamamını iki kapak arasına koyup bir Mushaf haline getirmiştir. Hz. Osman ise Mushaf haline getirilmiş Kur’an’ı Kureyş lehçesini baz alarak çoğaltmış ve çeşitli İslam beldelerine göndererek yanlış okuyuşların önüne geçmeye çalışmıştır. Hatta Hz. Osman bu konuda çok radikal ve eleştirilme ihtmali yüksek bir karar alarak tüm şahsi Mushafların yaktırılması kararını almıştır. Bu gelişmelerin tamamı oluşabilecek hataların önüne geçilmesi açısından hayati önem arz etse de Hz. Osman’ın çoğalttığı Mushaflarda da noktalama işaretlerinin ve harekelerin olmaması farklı kıraat okuyuşlarının günümüze kadar gelmesine sebep olmuştur.
Aslına bakılırsa bu okuyuş farklılıkları bir rahmet olmuştur. Kur’an’ın dili olan Arapça’nın farklı lehçelerindeki farklı kelime telaffuzları tefsir ve fıkıh ilimleri için birer zenginlik haline gelmiştir. Tefsir âlimleri ayetlerdeki bu farklılıklar sayesinde daha ufuk açıcı bilgilere ulaşmış, fıkıh âlimleri ise bu farklılıklardan hüküm çıkarma noktasında oldukça istifade etmişlerdir.
Kur’an’ı Kerim’in bize kadar gelmesi aynı hadisler gibi rivayet yöntemiyle olmuştur. İşte bu farklı kıraatler de rivayet yöntemiyle gelmiştir. Aynı hadislerdeki gibi kıraat ilmi de rivayetleri sıhhat bakımından farklı kategorilerde değerlendirmişlerdir. Bazı kıraatler aktarımdaki problemlerden dolayı kabul edilmemiş ve bunlara “Şaz Kıraat” adı verilmiştir. Bazılarının ise hiçbir aslı olmadığı halde sahih bir aktarımmış görüntüsü verilen kıraatlerdir ki bunlara da “Mevzû Kıraat” yani uydurma kıraat adı verilmiştir. Bununla birlikte Kur’an, bize mütevatiren yani yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan bir topluluğun aktarması ile intikal etmiştir.
Günümüzde sıhhatinden şüphe edilmeyen rivayetler yedili, onlu ve on dörtlü tasnif ile bilinmektedir. Bunların en meşhuru ve bugün bizim de okuduğumuz Mushaflarda esas alınan rivayet, Âsım’ın Hafs rivayetidir. İslam dünyasının büyük bir çoğunluğu bu rivayetin esas alındığı bu kıraate göre Mushaf basmakta, eğitimlerini buna göre vermektedirler. Bununla birlikte Nafi’ kıraatinin Verş rivayeti Kuzey Afrika’da, Ebu Amr rivayeti ise Sudan ve çevresinde yaygınlık kazanmıştır.
Yine bu ilimle ilgili bilinmesi gerekenleri şöyle sıralayabiliriz: Kıraat ilminde otorite kabul edilen kişilere “kıraat imamı” bunu ondan rivayet edene “ravi” farklı kıraatleri bilene “kâri” hem farklı kıraatleri bilen hem de bunları öğretebilecek düzeyde bilgi sahibi kimselere “mukrî” denilir.
Resulullah (s.a.v)’den rivayet edilen bir hadiste Übey b. Ka’b’a: “Allah bana Kur’an’ı sana okutmamı emretti.” buyurması Kur’an okuma ameliyesinin rastgele yapılamayacak bir iş olduğunu bize göstermektedir. Bu ilmin eğitimi son derece önem arz etmektedir. Kıraat ilmi diğer ilimlerden daha çok hoca talebe ilişkisine dayanır. Kur’an eğitimindeki semâ (kıraati hocadan dinleyerek alma), müşafehe (hocaya ezberden ders verme) ve arz (mushaftan okuyarak kıraati dinletme) gibi yöntemler bu ilmin illaki bir bilenden alınmasını gösterir. Yine bu konuda büyüklerimizin Kur’an’ı “fem-i Muhsin”den yani güzel okuyan ağızdan almamız gerektiği tavsiyesi de buna delalet eder.
Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı Kerim’i en güzel ve en doğru şekliyle okumak gerekir. Bunun içinde her Müslümanın asgari düzeyde de olsa kıraat ve buna bağlı olarak tecvit ilmini öğrenmesi gerekmektedir. Mahşer günü Kur’an’ın şefaatçi olduğu Kur’an ehli mü’minlerden olmak duasıyla..