Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Yetiş
Batı ve Doğu gibi iki izafi yöne ideolojik anlamların yüklenmesi Batılılar tarafından inşa edilmiştir. Batı kendisi ve diğerleri arasında yaptığı bu ayırımda Doğu’yu kasıtlı olarak oluşturulmuş mübalağalı bir “öteki” anlayışıyla ve kültürel bakımdan değersiz olarak kodlamıştır. Bu bakış açısına göre; Batı yenilikçi, Doğu taklitçi ve cahil, Batı disiplinli, Doğu ise tembeldir. Bugün bu mübalağalı kurgu, kimi zaman açıkça çoğunlukla üstü örtülü biçimde en şiddetli şekilde devam ettirilmektedir.
Batı, kendi kimliği ve uygarlığının temeli üzerine kafa yormasını, felsefenin kendilerine bağışlanmış bir hediye olmasına bağlamakta ve kendisi dışında herkesi tarihin dışına itmeye çalışmaktadır. Ne var ki Batılıların modern çağdaki üstünlüğünü sağlayan tüm teknolojik devrimin kökenleri Doğu’nun bilgeliğinde saklıdır ve bu medeniyetler tarafından geliştirilen teknikler Orta Çağ’dan itibaren Batı’ya aktarılmıştır. Batı geç gelişmiş bir medeniyet olması ve diğer uygarlıklardan edindiği bilgi ve tecrübeleri içselleştirerek geliştirmesi neticesinde kendi içinde bir dönüşüm yaşamıştır. İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi’nin ardından, Batılılar art arda gerçekleştirdikleri devrimlerle dünya üzerinde hegemonya kurmaya yönelmiş ve akabinde, tüm dünyayı medenileştirmek adı altında kendi sömürge düzenlerini inşa etmişlerdir.
Batı insanı tanrılaştırmış, uygar ve barbar ayırımı üzerine inşa ettiği modernlik anlayışıyla, tüm dünyaya ağır bedeller ödetmiştir. Fikri düzlemde geçirdiği dönüşüm neticesinde önce doğayı sonra da bütün dünyayı işgal etmiş; milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine ve acı çekmesine sebep olmuştur.
Bilgi ve teknoloji alanında ilerlemeler kaydeden Batı, zihinsel, ahlaki ve manevi boyutları olan derin bir bunalımın içindedir. Bu bunalım hâli sadece Batı’nın ötekilerine zarar vermekle kalmayıp, onun sağlık, beslenme, çevre, toplumsal ilişkiler, ekonomi gibi hayatının her alanına sirayet etmiştir. Bugün Batı’nın bunalımları, onun sadece manevi alanıyla sınırlı değildir. Sahip olduğu maddi imkânlarını yanlış kullanmasının bedelini tüm dünya ödemektedir. Dünyanın iktisadi anlamda en gelişmiş ülkeleri arasında yer alan Amerika’da yaklaşık 45 milyon insanın yoksulluk çekmesi, tek başına makro ekonomik rakamların insan hayatını mutlu etmeye yetmediğini göstermektedir. Sadece ABD değil, Avrupa kıtası da toplumsal anlamda huzursuzluk ve artan işsizlik sorunuyla boğuşmaktadır.
Yukarıda ifade ettiğimiz Batı'nın geç medenileşmesi ve kodlarını doğudan aldığı bir terakkiye sahip olmasının en büyük kanıtı vicdan farklılığıdır. İş doktriner teorilere gelince; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Birleşmiş Milletler, Unicef ve benzeri birçok kuruluşun oluşumuna en başat tavırla yol açan Batı, bu kuruluşların ya da sözleşmelerin en büyük savunucusu görünüyor fakat aksi gibi mesele bu sözleşmelerin tatbikine gelince yalnızca kendi insanına bir ayrıcalık tanıyıp zalimlikte insanlık değerlerini en aşağılık seviyede yerle bir edenlere rahmet okuyor. Bu cümleleri kurunca akla Hz. Ömer'in İslamiyet öncesi dönem için ifade ettiği şu sözler geliyor: "Tanrı diye helvadan put yapar, onlara tapardık. Uzun bir yolculuğa çıktığımızda karnımız acıkınca, yaptığımız putları yerdik." Bu cümle Batı'nın insanî değerlere yaklaşımını özetler. Barış gayesiyle bütün akademik çalışmalara, kaosu önlemek maksadıyla tüm söylemlere katılır hatta öncülük eder, fakat en büyük zulmü ihtiyacı olduğunda kendisi yapar. Bunun örneklerini Srebrenitsa'da, Gazze'de, Ruanda'da, Burundi'de, Cezayir'de, Irak'ta, Suriye'de bilhassa İslam beldelerinde defalarca gördük. İki yüzlülükleri tarihe altın harflerle yazılır cinsten. Geçen gün Gazze'de olanlarla ilgili derin endişe duyan fazla insancıl Batı ülkelerinde bir ülkenin daha fazla söylem ürettiği çarpıcı bir şekilde öne çıktı. Fransa'nın tavırları kirli tarihini manipülasyonla aklama çabası olarak anlamlandırılsa da Filistin halkına yapılanları zulüm olarak değerlendirmesi kamuoyunda ciddi yer edinmişti. Çok geçmeden Fransız özel birliklerin İsrail saflarında Gazze'deki mücahitlerle savaştığına şahit olduğumda şaşırmadığımı fark ettim ve Solzhenitsyn'in şu cümlelerinin Batı'yla aramızdaki diyaloğu izhar ettiğini gördüm:
"Yalan söylediklerini biliyoruz
Yalan söylediklerini biliyorlar
Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar
Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz. Ama hâlâ yalan söylüyorlar."
Evet, durumumuz tam da bu. Batı, insan haklarından bahseden ve en insana en onursuzca davranan, barış narası atıp en çok kaosa sürükleyen, demokrasi yanlısı görünüp mutlak hegemonik monarşisini tüm insanlığa cebren musallat eden dünyanın kabusu, şeytanın çıkar ortağı, belki de ta kendisi.
Şunu kafamıza vura vura öğrettiler ki, filozofundan sanatçısına, sporcusundan işadamına Batı aydınlanması bir göz boyamadır. Rengi de kan kırmızıdır, insanlarından kanından elde edilmiştir. Tüm keşf ve ilerlemesi de sömürgeciliği daha da kusursuz hale getirip mutlak hüküm amacıyladır!
Peki ne yapmalıyız?
Eylemli bir şuur! Yalnızca buna ihtiyacımız var. Başa gelenlerin farkına varmak ve yapılanları manipüle etmeye çalışanların aksine asla unutmamak. Filistin'de kopan her çığlığın sesini çalışma motivasyonu yapmak, emperyalist, kolonyalist devletlere ve çalışmalarına karşı en üst noktadan mukavemetle gayret göstermek. Hükm-ü ilahi orjininden tüm dünyanın kirini temizlemeye niyetlenmiş ulu önderin yolunu modern gelişmelerden de bihaber olmadan ilerlemek. Budur emel, eylem, nihai zafer!