Söz&Kalem-Vuslat Şen
Bütün hamdlerin kendisine yapıldığı Rabbimizin adıyla...
Nefis kelimesi; Arapçada müennes bir kelime olan, nefs kökünden türeyen ve çoğulu “nüfus” “enfas” ve “teneffüs” anlamına gelen bir kelimedir. Bir şeyin kendisi, hakikati, mahiyeti, toplamı, zatı anlamlarına geldiği gibi, “Ene, enaniyat, ego” anlamına da gelmektedir. Nefis kelimesinin, sözlük manası olduğu gibi, terim manasında da değişik tanımları yapılmıştır. Beden kalıbına tevdi edilen ve kötü huyların mahalli olan, bir latife anlamında, kullanılmakta olan nefis, benlik, ruh, hayat, can, bir şeyin kendi varlığı anlamında da kullanılmaktadır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de nefis kelimesinin, bütün kötülüklerin ana kaynağı, kalp, ruh, insanın kendisi, aynı dinde olanlar, birbirinden olan insan, can ve hayat anlamlarıyla 298 ayette, yedi farklı mana da geçmiştir. Bunlar içinde en çok kullanılanlar, insanın kendisi, özü, zatı gibi manalardır.
Kur’an-ı Kerim, nefislerini kendilerine ilah edinenlerden, nefislerinin esiri olmuş kavim ve hükümdarlardan bahseder. Şeddad bin Ad’ın hikâyesi de nefsin insanoğlunu nasıl alçalttığını gösteren bu misallerden biridir. Kuran-ı Kerim’de kıssası anlatılan Şeddad bin Ad, putlara taparak hayatını sürdüren Ad kavminin hükümdarıydı. Cenab-ı Hak bu kavme Hz. Hud’u Peygamber olarak gönderdi.
Şeddad nefsinin esareti altında kendisini o kadar güçlü görüyordu ki, bütün insanlara kendine boyun eğmeleri hususunda zulüm yapıyor ve putlar üzerinden kurduğu siyasi otoritesini tanımalarını istiyordu. Şeddad ve kavmi, tebliğ için gelen Hz. Hud’u dinlemediler. Hz. Hud, onları ikaz ettikçe onlar iftiraya başlayıp Peygamberi suçladılar. Hatta Şeddad o kadar ileri gitti ki Hz. Hud’a, “Ya Hud! Senin ilahın o dünyada yaptığı cennetle övünüyorsa, ben de bu dünyada öyle bir cennet yapayım ki, onun cennetinden daha şahane olsun!” diyerek meşhur İrem Bağını yaptırdı. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de, “İşte Ad kavmi! Onlar Allah’ın ayetlerini bilerek inkâr ettiler ve peygamberlerine isyan ettiler. Her inatçı zorbanın emrine uydular. Bu dünyada da, kıyamet gününde de, lanet cezasına tabi tutuldular.” (Hud Süresi, 11/ 59-60) buyrularak ayet-i kerime bizlere akıbetlerini haber vermektedir.
Kur’an’da kıssası en çok anlatılan, bir diğer zorba hükümdar ise Firavundur. Ömrünü ilahlık davasıyla geçirdi ve hüsrana uğradı. Firavun, her ne kadar acziyetinin farkında olsa da nefsinin esiri olduğu için geri adım atmak istemiyordu. Sonunda Firavun, nefsinin, heva ve hevesinin kurbanı olmaktan kurtulamadı ve helak olanlardan oldu. Kur’an-ı Kerim’in, diğer bir ikazı da, nefsin yalnızca kötülüğe davet eden olumsuz tarafının olduğunu kabul etmez. Aynı zamanda onun iyiliğe davet eden, vicdani yönünün de olduğunu bildirir.
Bu yönüyle insanın, kendisine daima doğruyu gösteren bir pusulası da vardır. Bu dosdoğru pusulayı takip eden ve Hz. Yusuf gibi nefsin kötü arzularına gem vuranlar her zaman istikamet üzere olurlar. Hz. Yusuf’un nefsi bile kendisini kötülüğe yönlendirebiliyorsa bu durum, nefis taşıyan tüm insanlarda ortak olduğunu gösterir. Çünkü bir Peygamber olarak günahlardan arınmış olan Hz. Yusuf hiçbir zaman nefsini temize çıkarmamış ve her zaman nefsin olumsuz yönüne dikkat çekmiştir. (Yusuf Süresi, 12/53) Dolayısıyla kötülüğü emretme isteği, her nefsin yapısında vardır. Ancak Allah’u Teâlâ’nın emirlerine boyun eğen kimseler, nefsin hevasına uymaktan kaçınarak onun gücünü zayıflatırlar ve nefislerine tabi olmazlar.
Bizlerde günümüzde nefsimizin isteklerine teslim olmakla kalıyor, çoğu zaman nefsimizin esiri olduğumuzu bile fark edemiyoruz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir” buyurarak, nefsin önemine dikkat çekmiştir. Hz. Aişe validemiz, Peygamber Efendimiz’e: “İnsan Rabbini ne zaman tanır?” diye sual ettiğinde Âlemlerin Efendisi, “Nefsini tanıdığı zaman” diye cevaplamışlardır. Çünkü nefsini tanıyan insan, kendi zaaflarını ve eksikliklerini fark eder, böylece daha alçakgönüllü ve Hakk’a yakın olur.
Ne yazık ki İslam ümmetinin şu anda ulaşmış olduğu vahim durum, onların Allah’tan ve Allah’ın hükmünden uzaklaşmalarının doğal bir sonucudur. Yüce Allah, elbette göz açıp kapayacak kadar bir süre içinde başımıza gelmiş şeyleri değiştirebilir. Ancak Rabbimiz, bizler nefislerimizdekini değiştirmedikçe, O’na hakkıyla kul olmadıkça, O’na iltica etmedikçe, yanlış düşünce anlayışlarımızı değiştirmedikçe. İmanın kalbimize Hakkı’yla hâkim olmasını sağlamadıkça, elbette Yüce Allah içinde bulunduğumuz durumu değiştirmeyecektir. Bu nedenle, nefsimizi yok etmek yerine, onu terbiye ve ıslah etmeli, niyetimiz nefsimizi dizginlemek ise, salih bir kul olmak ise, iyi bir insan olmak ise her daim kendimize!
Söz ve davranışlarımıza bakmamız, hatalarımızı tekrar etmemeye gayret etmeliyiz. Nefsimizi bizleri Hakk’a ulaşma yolunda bir araç olarak kullanmalıyız. Daima namazlarımızda yaşayarak, nefsimizin isteklerini değil, Hakk’ın emirlerini takip etmeliyiz. Çünkü nefis, her hayra engel olmak isteyen, her şerrin kapısını açan ve her iyiliği de benimseyen insanoğlunun arkadaşıdır. Öyle ki kutsi bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.v) Tebük seferi dönüşünde mübarek Ashabına dönerek “Küçük cihat bitti şimdi sıra büyük cihatta” diye buyurmuştur.
Sözlerimi, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın şu haklı tespitleriyle tamamlamak istiyorum. “Beden bir merkeptir. Nefis onun binicisidir. Gaye Allah’ı bilmek ve ona iltica etmektir. Bir insan kendi beden ve nefsini idrak etmeden “Allah’ı bilirim” iddiasında bulunsa bu bir müflis gibidir. Yiyeceği, içeceği bulunmayan bir kimsenin şehir halkını ziyarete çağırmasına benzer. Onun için insana evvela kendi nefsini bilmesi sonra Allah’a yönelmesi gerekir ki, o zaman sevgiye, sevgilisine ve muradına nail olabilsin. Çünkü kendini bilme, Allah’ı bilmeyi gerektirdiği gibi Allah’ı bilmek de O’nun sevgisine çağırır ve O’na kavuşmayı sonuçlandırır.”
Selam ve Dua İle.
Kaynak: El- Mu’cemül -Vasit, çağrı yay.
Er- Risalet’ül-Kuşeyriyye, Abdülkerim Kureyşi
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname