İnsanın yaşadığı yer ile kurduğu ilişki, yaşadığı yere yüklediği anlam ve o yer ile alakalı kendi zihninden oluşturmuş olduğu kurgusal tasavvur kişiyi ciddi anlamda etkilemekte ve yaşamına yön vermektedir. “Orda bir köy var uzakta. Gitmese de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür” ifadesi kişinin kendini ait hissettiği veya kaldığı yerle kurmuş olduğu ilişki ile bağlantılıdır. Kaldığımız köy, kasaba, ilçe, il ve hatta ülkeyle kurmuş olduğumuz ilişki ile tüm bunların ötesinde dünya ile kurmuş olduğumuz bağ bizim hayata yüklemiş olduğumuz anlamlarda farklılıklar oluşturacaktır. Bu bağ ve ilişkiler neticesinde hayata yüklemiş olduğumuz farlı anlamlar, yaşantımızı ve dahi inançlarımızı etkileyecektir.
İnsanın dünya ile kurmuş olduğu ilişki ve dünyaya yüklemiş olduğu anlam neticesinde de hayatında ve yaşamında farklılıklar olacaktır. Dünya’yı geçici bir yer, bir oyun ve eğlence yeri, baki olan hayata ulaştıracak bir güzergâh olarak tanımlayanlar ile dünyayı asıl yurt edinen, dünya hayatını ebedi son görüp bu hayatı hoyratça yaşayan, yemek, içmek, eğlenmek dışında bir amacı olmayan insanların dünyaya vermiş olduğu anlamlar elbette ki çok farklıdır. Dünya hayatına dair bu farklı yaklaşımlar kişinin inancını, yaşamını, tutum ve yaklaşımlarını kısacası her şeyini etkilemekte ve dönüştürmektedir.
Dünya hayatını geçici bir güzergâh olarak gören, bu dünya için değil de asıl yurt olan ahiret hayatı için yaratılmış olduğunu bilen ve bu dünyanın ebedi hayat olan ahiret hayatı için bir tarla mesabesinde olduğu hakikatini idrak eden kişi yaşamı boyunca kendisini yaratanın belirlemiş olduğu ölçülere göre hayatını sürdürmek için azami gayret gösterir. Allah’ın istediği bir hayat sürdürmek için kendisine belli sınırlar çizer, yapmak istediği şeyleri yapmadan önce yapacağı şeyin Allah’ın rızasına uygun olup olmayacağının hesabını en ince ayrıntısına kadar yapar. Yapacağı her işte Allah’a hesap vereceği gerçeğini bilerek yapar ki hesabını veremeyeceği, Allah’ın razı olmayacağı bir işe yeltenmesin. Dünyaya gönderilişindeki asıl amacının yemek, içmek, eğlenmek, evlenmek, para kazanıp mal-mülk edinmek olmadığını aksine yaratılışındaki asıl amacın Allah’a kulluk etmek, ibadet etmek ve güzel işler yapmak olduğunu bilir.
Bu dünya için yaratıldığını zannedip dünyaya kazık çakmak isteyen kişi ise ahiret yurdunu ve kendisine verilen her tür nimetin hesabını vereceği gerçeğini göz ardı eder. Dilediği gibi yaşamaya, canının/nefsinin her istediğini yapmaya ve har vurup harman savurmaya başlar. Dünyaya gönderiliş sebebini unuttuğu için dünya hayatını yemek, içmek, eğlenmek ve nefsinin arzularını tatmin etmekten ibaret görür. Ebedi yurt olan ahiret hayatını kazanmak için ona verilen ömür nimetini kendisi için külfete çevirip hem dünyasını hem de ahiretini heba eder.
Dünyaya verilen anlamın neticesi ebedi hayatın kurtuluşu veya hüsrandır. Dolaysıyla bu anlam arayışı basit bir mevzu değildir. Canının her istediğini yaparak dünya ve ahiretlerini heba edenler bu korkunç hakikati unutmak için kendilerini motive edecek argümanlara sarılmaktadırlar. Bu argümanların başında ise nefis ve arzularının istediği her şeyi yapmalarını ‘özgürlük’ olarak adlandırıp kendilerini psikolojik olarak rahatlatmaya ve diğer insanlardan farklı olduklarını kabul ettirmeye çalışmaları gelir. ‘Özgürlük’ olarak tanımladıkları bu amaçsız yaşama kültürünü herkesin sahip olması gereken ulvi bir değer olduğu vurgusunu da yaparak bu anlayışı herkese empoze etmeye çalışırlar.
Gerçekten de özgürlük canının her istediğini yapmak mıdır? Hiçbir kural tanımadan yaşamak mıdır özgürlük? Dilediği gibi davranıp dilediği gibi yaşamak mıdır? Fütursuzca yaşamlarını ‘özgürlük’ olarak tanımlayanlar acaba hiçbir düzen ve kuralın olmadığı bir yerde gerçekten de özgürce yaşayabileceklerine inanıyorlar mı?
Klasik sözlüklerde genellikle hürriyet olarak kullanılan özgürlük kelimesi hem “soylu olmak” anlamında mastar hem de “âzat edilmek, bağımsızlığına kavuşmak” mânasındaki harâr (harâre) mastarından isim olarak gösterilir; hür (hürr) kelimesinin ise “köle olmayan, şerefli, soylu; her şeyin en iyisi” gibi anlamlarına işaret etmekle yetinilir. Dolaysıyla özgürlükte yani hürriyette asıl maksat düzensiz ve kuralsız yaşamaktan çok boyunduruk altında olmadan, bugünün tabiri ile mala, mülke, paraya, nefse, şehvete, arzu ve ihtiraslara köle olmadan yaşayabilmektir.
Canının/nefsinin istediği her şeyi yapan, arzularının peşinde koşmaktan sağlıklı düşünmeye vakit bulamayan, herkesin yaptığını yapabilmek için ömrünü heba eden, kendisine dayatılan yaşam formlarına ayak uydurabilmek için canını dişine takan kişilerin özgür olduğunu iddia etmesi, bize özgürlük pazarlaması, hürriyet savunucusu kesilmeleri ne derece samimidir. Kendi tercihleri doğrultusunda bir yaşam şekli oluşturmaktan çok popüler kültürün ve kapitalist tüketim sisteminin dayatmalarına göre hayatını şekillendirmek zorunda kalan birinin özgürlükten bahsetmesi ne kadar inandırıcı olabilir.
Furkan Suresinde Allah’ın “Kendi nefsinin arzusunu kendine ilah edineni gördün mü?” diye buyurduğu ayetin devamında bu kişiler için “Aksine onlar, başka değil, bir hayvan sürüsü gibidirler, hatta tuttukları yol bakımından daha da sapkındırlar.” (Furkan 43-44) ifadesini kullanır. Yani nefsini ve arzuların ilah edinip bunların peşinde koşan kişilerin hayvan sürülerinden farkı yoktur. Zira dünyaya gönderiliş amaçlarının sadece hayvani arzularını tatmin etmek için olduğunu zannederler. Haliyle bu amaç için yaşayanların hayvandan bir farkı kalmamaktadır.
Zaten hayvani arzuların tatmini dışında bir işe yaramayan bu özgürlük anlayışı toplumsal yaşam için bir tehdit oluşturacağı gibi, kaosa, güvensizliğe de neden olacaktır. Herkesin canının istediğini yapması neticesinde başka insanların can, mal, nesil, akıl ve dinlerinin yani inançlarının ihlaline neden olacaktır. Bu durumda toplumun huzur ve refahını sağlamak da mümkün olmayacaktır. Bugün ‘özgürlük’ ismi ile süslenip pazarlanan bu anlayış hiçbir şekilde mutluluk ve huzur getirmeyecek, insanları uçuruma sürükleyen bir anlayıştır. Zira toplumsal huzur ve refah caydırıcılığı olan, cezai müeyyide gerektiren kural ve kaidelerin oluşturulması ile olur. Bu kurallarda ya kolluk kuvvetler ile ya da inançla ayakta kalır. Ama şu bir gerçektir ki; inançlı fert ve toplumlar, kuralları inanarak ve gönül hoşluğu ile yerine getirirler. Uymadıkları kuralların neticelerine de gönül hoşluğu ile katlanırlar. İslam’ın hâkim olduğu zamanlarda suçluların, kuralları çiğnediklerinde, yakınlarını hatta kendilerini ihbar ettiklerine şahit olmaktayız. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” anlayışı bu samimi inancın tezahürüdür.
Müslüman için asıl özgürlük asıl hürriyet; nefsin ve arzularının boyunduruğu altına girmeden, çağın dayattığı fikir ve yaşam formlarının aklını hapsetmesine izin vermeden, modanın ve medyanın pompaladığı hayat anlayışının akımına kapılmadan inancının istediği şekilde yaşamını şekillendirmesidir. Asıl özgürlük asıl hürriyet dünya hayatının geçici, asıl olan hayatın ahiret yurdu olduğunu unutmadan sadece ama sadece Allah’ı razı edecek bir hayat sürdürmekten geçer. Allah’ı razı etmek için yaşayanlar başkalarını razı etmek için bin bir türlü şekle girmesine gerek kalmadan hür bir şekilde hayatlarını idame ederler. Ancak zevklerin ve arzularının peşinde koşanlar, Allah dışında herkesi razı etmeye çalışanlar bu uğurda özgürlüklerini vermelerine, her şeyin ve her kesin boyunduruğu altına girmelerine rağmen hedeflerine ulaşamazlar. Yani ne insanları ne de Allah’ı razı edemeden hüsranla neticelenecek bir ömür yaşarlar.
En nihayetinde asıl özgürlük; nefsin, arzuların, şehvetin, heva ve heveslerin kölesi olmadan sadece ama sadece Allah’a kul olmaktır. Allah’ı razı edecek bir hayat yaşamaktır. Yani Abdullah olmaktır.
Söz&Kalem Dergisi | Selman Talayhan