Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Gözel
İslam düşünce tarihinde oryantalizm çok uzun süre faaliyet gösterip, bazı Müslümanları etkisi altına almayı başardı. Fakat İslam’ın hakikat boyutunu, Kur’an-ı Kerim’in evrensel mesajını ve Hz. Peygamberin yaşantısının asıl İslam düşünce tarihinin temel kaynaklarından biri olduğunu savunan ehl-i sünnet âlimlerin varlığı Oryantalizmi akim bırakmıştır.
Oryantalizm, İslam’la doğrudan savaşamayacağını, onun evrensel mesajını engelleyemeyeceğini görünce Kur’an-ı Kerim’in pratiği olan Sünnet-i Seniyye’yi hedef aldı. Kendisi de bir oryantalist olan Montgomerry Watt, tarih boyunca hiçbir büyük şahsiyetin Hz. Muhammed’in Batı’da kötülendiği kadar kötülenmediğini ifade etmiştir.
Oryantalizm direkt olarak Kur’an-ı Kerim’i ve Hz. Peygamberin şahsiyetini hedef almanın Müslüman kitlelerin nefretine ve karşılık bulmayacak olmasına sebebiyet vereceğini biliyordu. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın sözü olduğunu, Hz. Muhammed (s.a.v)’in O’nun elçisi olduğunu, fakat İslam tarihinde Hz. Peygamber sonrası “Hadis” diye ortaya çıkan ilmin bir dayanağının olmadığını, bunların Arap kültürünün bir yansıması olduğunu, Hz. Peygamber’in bu sözleri söylemediği ve kendisine atfedilen fiilleri yapmadığını iddia etmiştir. Bu doğrultuda “Kur’an Müslümanlığı” gibi süslü bir isimle İslam tarihinde yerini almıştır. Bu zümre kendilerine “Kuraniyyun” olarak ifade ettikleri gibi, bunların asıl maksatlarının ne olduğunu bilen Müslüman âlimler, bu akımın sadece Kuran-ı Kerim’in mealini okuyarak ondan bir takım aslı olmayan hükümler çıkardıkları için kendilerine “Mealizm” ismini layık görmüşlerdir.
Bu akım, Pakistan’ın Lahor kentinde, 1902 yılında Abdullah Çekralevi tarafından “ehlü’z-zikr ve’l-Kur’ân” adıyla ortaya çıkarılmıştır. Çekralevi, aslında gençlik yıllarında ehl-i hadis olan bir hadis talebesiyken daha sonra bu hareketten kopmuştur. Büyük Britanya Krallığı tarafından bölgeye gönderilen Batılı misyonerler, ilim ve siyaset adamları Kur’an, hadis, fıkıh ve İslâm tarihi hususunda tartışma konuları açmışlar, yenilmişlik psikolojisi içerisinde bulunan bazı Müslüman ilim adamları da bu yenilgilerinin temel sebeplerinden birinin ilerleme ve gelişmeye engel teşkil eden geleneksel din anlayışı olduğunu, –misyonerlerin dayattığı ve kendi kültürleriymiş gibi algıladıkları- kültürleriyle uyuşmayan bazı hadislerin olduğunu düşünmüşlerdir. Elbette Çekralevi bu yola baş koyarken iyi niyetiyle girmiş ve batılı misyonerlere karşı İslam’a hizmet ettiği yanılgısına kapılmıştır.
Fakat bazıları, Çekralevi gibi hiç de masum değildi. Batılı misyonerlerin İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet üzerinden tartışmaya açtıkları konular, bölgedeki Müslüman âlimler tarafından ivedilikle takip edildi. Nihayet bu tartışmalar asıl meyvesini verdi. Seyyid Ahmed Han, Çerağ Ali, Muhsinülmülk ve Seyyid Emîr Ali bölgede eğitim ve öğretim kurumları açtı. Bu kurumlarda hadis inkârının temeli atıldı. Elbette bu kurumlar sahipsiz kalmadı ve orada mezun olanlar başıboş bırakılmadı. İngiliz yönetimi bu eğitim kurumlarından yetişen gençlere sahip çıkarak kendilerine devlet görevi vermiş, üstün derecede başarılı olanlarına İngiltere’nin Cambridge ve Oxford gibi üniversitelerinde öğrenim imkânı sağlamıştır. 1920 yılına kadar yoğun biçimde devam eden bu faaliyetler sonucunda yüzyıllardan beri bölgede var olan dinî düşünceye karşı çıkan yeni bir nesil yetişti.
Elbette bu akım sadece Pakistan’la sınırlı kalmadı. Çevre ülkelere de yayılan bu akım ne yazık ki Müslüman gençler arasında popüler bir konuma yükseldi. Evlerde 5’er, 10’ar gruplar halinde toplanan gençler, Müslümanların menfaatine fayda sağlamayan, fakat batılı misyonerlerin faydasına olan konuları tartışmaya başladılar. Kur’an-ı Kerim’in meali üzerinden, hiçbir ilmi dayanağı olmayan fikir yürütmeler başladı. İslam’ı şekillendiren kaynağın sadece Kur’an olduğunu, hadis diye ortaya atılan şeyin aslında bir Arap geleneği olduğu, Hz. Peygamber’in (haşa) sadece bir postacı olduğu, Kuran-ı Kerim’i tebliğ etmek dışında hiçbir misyonunun olmadığını, Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisinin olmadığı söylemi gelişti. Bu tür oturumlarda “Kur’an-ı Kerim dinde kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi ayrıntılı bir şekilde beyan etmiştir. O halde sünnete ihtiyaç yoktur. Bize Kur’an yeter.” gibi söylemler bazı Müslüman gençler arasında karşılık buldu. Özellikle toplum tarafından fark edilmek, “bu adam bizden farklı düşünüyor” söylemi bu açıdan önemli bir rol oynadı.
Amaçları çok açık: İslam düşünce tarihinin önemli ayağı olan ve Kur’an-ı Kerim’i açıklayan, onu pratiğe dönüştüren, İslam’ın nasıl yaşandığını öğreten sünneti devre dışı bırakmak. Böylece Kur’an-ı Kerim’i okuyanlar, kendisine birileri tarafından dayatılan kültüre göre anlayacak, İslam’ın hükümlerinin nasıl pratiğe dönüştüreceğini bilemeyecek.
Kur’an-ı Kerim’de namazın farz olduğu yazılıdır, fakat onu nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitte kaç rekât kılınacağı Sünnet öğretir. Kur’an’da Cuma namazının farz olduğu yazılmaktadır. Fakat onun hangi vakitte kılınması gerektiği yazmamaktadır. Sünnetsiz bir İslam anlayışı durumunda, herkes kendine uygun bir vakitte Cuma namazı kılacaktır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz.
Peki, Mealciliğin Kur’an’da bir karşılığı var mı?
Mealcilik, Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerini ele alarak aslında hadis diye bir şeyin olmadığını veya varsa bile bunların Allah Resul’ünün söylem ve eylemlerinin olmadığını, Allah dışında kimseye itaatin farz olmadığın iddia etmektedir.
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bu şekilde davranan birinin dünya hayatındaki cezası ancak rezil rüsvâ olmaktır; kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine itilirler. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan habersiz değildir.” (Bakara/85)
Oysa Kuran-ı Kerim’i bir bütün olarak ele aldığımızda aslında Hz. Peygamber’in hüküm koyma yetkisinin olduğunu, kendisine vahiy olarak nazil olan ayetleri açıklamak gibi vazifesinin olduğunu, Müslümanların da kendisine itaat etmeleri gerektiğini görebiliriz.
Allah Resulü (s.a.v)’in hüküm koyma yetkisi vardır:
“Hayır. Rabb'ine yemin olsun, onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem tayin etmedikleri, senin verdiğin hüküm konusunda içlerinde bir sıkıntı duymayacak derecede tam bir teslimiyetle teslim olmadıkları sürece iman etmiş sayılamazlar.” (Nisa/65)
“Allah ve elçisi, bir konuda hüküm verdikten sonra, artık inanmış bir erkek ve kadının, kendi işlerinde tercih hakları yoktur.” (Ahzan/36)
Allah Resulü (s.a.v) Kuran-ı Kerim’i açıklar, tefsir eder:
“İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” (Nahl/44)
Allah Resulüne (s.a.v) itaat etmek farzdır:
De ki: “Allah'a itaat edin, Peygamber'e de itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız şunu bilin ki, Peygamber kendi vazîfesinden, siz de kendi vazîfenizden sorumlu tutulacaksınız. Şu kadar ki, ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz. (Nur/54)
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’i bir bütün olarak ele aldığımızda aslında Allah Resulünün onların iddia ettiklerinin aksine (haşa) bir postacı olmadığı, hüküm koyma yetkisine sahip olduğu, Kuran-ı Kerim’i tefsir ettiğini görmekteyiz.
Bu akımın öncülüğünü yapan sözde ilahiyatçılar, yazarlar ve vaizlerin en büyük iddiaları; hadislerin ve diğer İslami kaynaklı eserlerin, Kur’an-ı Kerim’in asıl mesajına gölge düşürdüğüdür. Oysa bu kişilerin yazdığı kitaplara ne demeli!
Bu akımın en büyük iddialarından biri de “Kur’an-ı Kerim’in korunacağını Allah Kur’an’da bildiriyor. Peki, hadislerin günümüze kadar sıhhatli bir şekilde geldiğine nasıl emin olabiliriz?” iddiasıdır. Bu iddialarına en büyük cevabın aslında tüm tarihi verilerin doğruluğunu sorgulamak olduğudur. Örneğin tarihte Platon diye biri yaşadı mı? O zaman bütün tarihi olaylar ve şahsiyetler başka kişiler tarafından inkâr edilebilir. Kendileri bunu inkâr edebilirler mi?
Bununla birlikte, İslam medeniyetinde ‘Hadis Usulü’ diye bir sistem vardır. Bir hadisin sıhhatli olup olmadığı, onu rivayet edenlerin oluşturduğu ‘raviler zinciri’ ile sabittir. Bu rivayetleri yapanların her biri Hadis Usulü ilminin alt kolu olan ‘Cerh ve Ta’dîl’ denilen bir ilimle yalancı mı, sözüne güvenilir mi değil mi, daha önce herhangi birine iftira atmış mı, ahlaki kişiliğinde herhangi bir bozukluk var mı diye incelenir. Bu sisteme göre bir hadisin sahih olarak kabul edilebilmesi için kendisinde 5 şartı barındırması gerekmektedir:
1. Muttasıl olması gerekmektedir. Yani hadis Hz. Peygamber’den bu hadisi kitabına yazan kişiye kadar eksiksiz bir şekilde zincirleme yoluyla gelmesi gerekmektedir. Bu rivayet zincirinde herhangi bir isim eksik olursa sahih hadis değil, munkat’ı (kopuk) hadis olarak kabul edilir.
2. Şaz olmaması gerekmektedir. Yani daha kuvvetli bir isnad yoluyla gelen bir hadisin, kendi hadisine muhalif olmaması gerekmektedir.
3. Muallel (sakat) olmaması gerekmektedir. Yani hadisin zahirinde herhangi bir sorun olmasa da, aslında hadisin metni ve isnadında sıhhatini zedeleyen bir durumun olmaması gerekmektedir.
4. Hadisi rivayet eden ravilerin adalet vasfına haiz olmaları gerekmektedir. Yani kişiliklerini zedeleyecek, ahlaki kişiliklerine muhalif bir durumlarının olmaması gerekmektedir.
5. Hadisi rivayet edenlerin zabt sahibi olmaları gereklidir. Yani hadisi hem metin olarak hem de ezber olarak muhafaza edebilecek bir kapasiteye sahip olmaları gerekmektedir.
Değindiğimiz bu konular, Hadis Usulü ilminin çok cüz’i bir parçasını oluşturmaktadır. Yoksa hadis inkarcılarının iddia ettikleri gibi, hadisler gelişigüzel bir şekilde günümüze kadar ulaşmamıştır. İslam âlimleri bunu bir sistem haline getirmiştir.
Günümüz taklitçi ve popüler düşüncenin en büyük problemlerinden biri de asırlar önce söylenen sözleri günümüz dünyasının şartlarına göre değerlendirmek olduğudur. Bu akıma kapılanlar genelde anlamadıkları veya kendi kültürlerine uygun olmadığını düşündüğü hadisleri inkâr etmektedir. Bazen de bir hadisi değerlendirirken, bu hadisin öncesi ve sonrasına (siyak-sibak) bakmadan, bu hadisin kimin hakkında söylendiğini (vürud) bilmeden inkar etmektedirler.
Vesselam…