Her sanat bir alemdir. Her sanatın zatına münhasır bir dünyası vardır. Yaşamı, insanı ve eşyayı kavrama ve görme biçimi vardır. Sanat ve toplum ilişkileri burada karşılıklı bir etkileşim içindedir. Sanat, toplumsal değişimlerde hayati bir konuma sahiptir. Diğer yandan sanat mevzubahis toplumun ötesinde bir şey değildir. Bizatihi içinde, kalbindedir. Sanatın toplumsal anlayış ve toplum yaşamına etki ve yansıması kadar, toplumsal karihanın, görme ve kavrama biçimlerinin de sanatın üslup ve yöntem belirleme cihetlerinde doğrudan rol oynadığını söyleyebiliriz.
Toplumsal olanın dışına çıkarak daha kişisel bir anlatıma dönecek olursak bu konuda daha farklı şeyler söyleyebiliriz. Çünkü sanatın içe ve dışa, kişi ve topluma, zahir ve batına söyledikleri aynı şeyler değildir.
Sanat, duyularımızı terbiye eder ve görmemizin imkanlarını zorlar. Duyularımızın derinliğini arttırır ve her gözün göremediğini, her kulağın işitemediğini, her ruhun sezemediğini yaşamın saklı köşelerinde keşfederiz. Güzel olana bakmak kadar, güzel bakmayı becerebilmekle de ilgilidir sanat...
Sanatçı kimi zaman, belki de o alemin sınırlarını çizdiğini ve ona kendi şekil ve rengini verdiğini düşünürken; o dünyanın ona verdiği ruh ve sırdan bihaberdir.
Kendini hayatın büyük öznesi zanneden bir takım sanatçılar, kibirli bir yanılsama ile varlığın ne büyük bir sanat, insanın ne kıymetli bir eser olduğu hakikatine karşı bilinçli bir gafleti tercih etmektedirler.
Sanat, görünenin taklidinden ibaret imge kopyacılığı değildir. Bilakis insanın hakikat dairesini ferahlatan, yanı başınızda bulunan fakat göremediğiniz, yakınınızda olduğu halde bulamadıklarınızı ele verir. Her baktığınızda farklı anlamların derununda saklı olduğunu hissettiren, resmedilenin aslında benzersizliğini de ortaya koymaktadır. Bu bağlam içinde “Mimesis” kavramının taklit ve temsil kavramları kadar, insan ve varlığın kendine özgü benzersizliğini de göstermiş olmaktadır.
Bununla birlikte, her sanatın birbiriyle zorunlu münasebeti bulunmaktadır. Edebiyat ve sinemanın iç içe geçen başarılı örneklemeleri; iyi bir filmin edebiyat sanatı ile köklü ilişkisi ve şiirsel bir ritme sahip oluşuyla ilgili olduğunu göstermektedir. Filhakika sinematografik değeri, güçlü ve anlamlı bir hikayesi olan filmler için, başarılı bir dil filmi çok katmanlı bir zenginliğe ve kemale daha yakın hale getirmektedir. Bir de sinemanın kendisinin bir dili olması; cümlesiz, virgülsüz konuşması da bu zayiden bakıldıkta başlı başına bir hal ve lisan konusudur.
Aynı zamanda müzik ve edebiyatın muazzam birlikteliğinin yansımaları da burada dile getirilmesi mümkün olan sanatsal izdivaçlardan biridir. Musiki, hayatın her yerinde ve anında bulunmakta olan bir sanattır. İyi bir kulağın taşıyıcısı sessizlikte işitilebilenlerin anlamını bilebilir. Ve çok sesli rabarbaların anlamsızlığını ve içinde yer edinen sükutu hissedebilir.
Edebiyat ve Hakikat
Edebiyatın salt kuramsal değerlendirmelerinden ziyade; hayata, hakikate ve insana dokunan tarafıyla ilgilenmeyi daha önemli buluyoruz. Zira yaşamın kendisine yabancı, insanın hakikatinden uzak ve masa başında üretilen kemikleşmiş düşüncelerin hayat ile karşılaşmasında görkemli bir yenilgiye uğradığı ve gerçek karşısında mağlup olduğunu söyleyebiliriz.
Hakikat yürüyüşüne kadem basabilmek, pütürlü zeminlerde doğru bir istikamet üzerinde savrulmadan kalabilmek, okumak ve okuduklarımız neticesinde bir düşünce, anlam ve birikim ortaya koyabilmek zor ve kıymetli bir gerekliliktir.
Edebiyat, bir yazarın kelimelerden yıpranmış ellerinde sonsuzluk sabahının yeni yetme yolculuğudur.
Edebiyat, yüzeyi aşarak derinlerde kovalanan düşünsel bir inkılap bekçisidir.
Edebiyat, hikmetin yitikliğine çıkarılan arama emri, kadim bir anlam arayışıdır.
Edebiyat, kusursuz bir imgenin insanüstü cümlelerle dilin kısıtlı kalıplarından hayata dağılışıdır.
Yaşamın içinde idrak edebileceğimiz tecrübelerin, yürümekte olduğumuz benzer yollardan geçtiğini bilmek edebiyatın bize kazandırdıkları arasında değerli bir ganimettir.
Yolunu, amacını ve anlamını kaybeden, gündüz gözüyle karanlıkta kalan, raydan çıkan bir trenin uçuruma sürüklenişi gibi meçhule koşan modern insanın en büyük ihtiyacı; çağın özgür düşünce zindanlarından kurtulmuş safi bir zihin, postmodern cahiliyenin ağır tazyikleri altında harap olmuş ruhunu onarabileceği bir ruh terbiyesi, hakikatin kokusunu alabileceği serin bir vahadır.
Edebiyatın bize bu manada yardım ettiğini, suçsuzluğumuza ortak olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyat dünyasında en çok konuşulan konulardan biri edebiyata kazandırdıklarımız meselesidir. Halbuki edebiyatın bize kazandırdıklarının zekatı, bizim verdiklerimizden katbekat daha fazladır.
Dil ve Edebiyat
Edebiyat dünyasına neler kazandırdığımız konusu oldukça mühim bir meseledir. Zira kültür ve medeniyetin temel yapı taşı dildir. Düşünce hokkasından süzülen, irfan ve hikmetten mürekkep bir dil…
Dil, düşünme biçimini doğrudan etkiler. Size ait olmayan kelimelerle kendi dünyanızı anlatamazsınız. Düşünme biçimi de aynı şekilde dilin yapısına etki etmektedir. Sizin dünyanıza, tefekkürünüze, inanç ve kültürünüze ait olmayan fikirlerle kendinizi tanımlayamazsınız. Denersiniz ve yanılırsınız. Batı Avrupa’da kilise için yapılan ideolojik bir eleştiriyi kopyalar, camiye yapıştırırsınız. Sonra karşınızda bir papaz sınıfı göremeyince afallar ve bu işte bir terslik olduğunu düşünmeye başlarsınız. Eğer düşünme yetileriniz doğru ile yanlışı ayırt edebilecek durumda ise.
Merhum Cemil Meriç, “Kamus namustur!” derken meselenin ciddiyetini yarım asır önce görmüş idi. Nitekim bugün dil değişimlerinin toplumda meydana getirdiği kültürel kopuşun sarahati gözlerden ırak değildir. Bugün yaşayan yirmi yaşında bir gencin elli yıl önce yazılmış bir kitabın yüzde yetmişini anlamaması nasıl bir durumdur? Üzerinde düşünmek gerekir.
Dillerin yaşaması, hayatiyetini sürdürebilmesi, edebi çalışmalar ışığında artan eserlerle dilin zenginleşmesine bağlıdır. Bir dili dil yapanlar; o dilin büyük ustalarıdır. Yunus Emre’nin olmadığı bir Türkçe, Ahmed-i Xani’nin olmadığı bir Kürtçe, Hafız Şirazi’nin olmadığı bir Farsça, William Shakespeare’in olmadığı bir İngilizce, Puşkin’in olmadığı bir Rusça düşünülemez.
Dil; nesilden nesile insan tecrübesinin, kültür ve ilmi birikiminin, duygu ve düşüncelerinin şimdiki zamandan gelecek zamana mütemadiyen aktarımıdır. Bu süreçte statik tekrarlar ile dili yaşatmak pek mümkün değildir. Dilin süreklilik içinde akan bir nehir gibi hareket halinde olması gerekmektedir. Bu önemli vazifeyi her dönemde, edebiyatın öncü isimleri üstlenmektedir.
Edebiyat ile irtibat kurar iken; dilin zarafetini kaybetmeden, kelimelerin, o kelimelerin içinde yatan anlamların, kültürün, inancın ve irfanın idrakinde olmak, konuştuğumuz dillerin kalbinde sakladığı güzellikleri görmek nasip ve müyesser olsun…
Söz&Kalem | Orhan Özsoy