“Can konağını aramadaysan, cansın. Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin. Bir damla su arıyorsan susun. Zulmün peşindeysen zalimsin. Aşkı arıyorsan aşıksın. Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen. Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir: Neyi arıyorsan O’sun sen.”
Mevlana Celaleddin Rumî
Alemin özü sevgidir, muhabbettir. Ve muhabbettir canların canından bize uzanan kement…
Kıymetli bir şairin sadrından satırına akseden; aşkın adı, dilin yadı, ruhun kanadı, hayatın tadıdır muhabbet…
Lügatte, habbe ve muhabbet kelimesinin aynı kökten geldiğini biliyoruz. Habbe, "kabarcık, tane, tohum" anlamına gelmektedir. Muhabbet, kendi varlığımızın kabuklarını kırdığımız yerde başlar. Bir tohum için hayat kendi kabuğunu çatlatma cesaretini gösterdiğinde başlar.
Kendi kabuğuna tıkılmış, orada hayatın sürdürülebilirliği fikrinden tevellüd eden yaşam formu doğru bir netice meydana getirmez. Fakat bu dahi farklı bir yaşam sevgisi biçimidir. Kabuğuna saklanan şey dış dünya ile irtibat kuramaz. Dar bir dünyanın içinde kalır.
Genç kuşaklar, şahsiyetlerini inşa etme dönemlerinde kendilerini aramakla meşguldür. Kimin şahsında bir kemal görürse onu taklit eder, örnek alır. Fakat örneklik yine sevgiye vabestedir. Kişi sevdiğini örnek alır, sevmediğinden de Allah’a sığınır.
Kişi sevdiklerinde kusur görmez. Tam tersi bir okumayla konuyu anlamaya çalışırsak, sizi sevmeyen insanlar su üzerinde yürüdüğünüzü görse, yüzme bilmediğinizi söyleyeceklerdir.
Türkçede muhabbete karşılık gelen sözcük sevgidir. Bütün bir alemi görünmez iplerle birbirine bağlayan şey sevginin büyük gücünde saklıdır.
Sevgi, sosyopolitik bir kavram olarak ele alındığı vakit, cemiyet ve toplulukları da birbirine bağlayan görünmez birer bağlar bütünüdür. Fertleri merhametsiz, sevgi ve tahammülsüz bir cemiyet dağılmaya mahkumdur. Nefret ve kinle kundaklanan bir cemiyet, bir arada yaşama becerisini asla gösteremez.
Aynı zamanda sevgi kişiliğimizin sınırlarını belirler. Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav) “Hubbuddünya er-re’sü min hatiatin” buyurmuştur. “Dünya sevgisi bütün hataların başlangıcıdır.”
Her yanlış, yanılmış bir insanın, ıskalanmış bir sevginin omuzlarında yükselir. Çünkü yaşamdaki bütün yanlışlar, hakikati olmayan bir sevginin eseridir. Filhakika insan kalbini Hakk’ın aynasından çevirmeyegörsün; bütün sevgilerin, umut ve beklentilerin dünya pazarındaki hasılatı hüsrandır, yanılıştır.
Kendi hayat hikayemiz içinde davranış ve tercihlerimizi, karar ve sonuçlarımızı belirleyen sevgi ve korkularımızdır. Korku da sevginin bir tür kaybetmeye konumlanmış refleksif biçimidir. Bu anlamda insanın en temel duyguları olan yaşam sevgisi ve ölüm korkusunun aynı kaynaktan teşekkül ettiğini söyleyebiliriz.
Esbabı nefs olan kin ve nefret, insanın özüne layık değildir. Sevgi ve buğz ölçülerimiz kendi maddi hesaplarımızdan meşruiyet hakkı elde edemez. Nefsani sevgi de, nefsani öfke de insanı manevi yürüyüş menzilinde duraksatır, asıl maksattan ve sonsuz rahmetten uzaklaştırır. İnsanın menfaat ve beklentilerini burnundan getirir. Sevgi dönüştürücüdür. Güzergahı hakikat olmayan sevgi, insanın özündeki yüksek manayı yitirmesine neden olur. Elması kömüre dönüştürür. Kişinin kıymetini düşürür.
Anlamlı bir yaşamı, gidilecek bir yolu olmayanlar, insana, tabiata ve eşyaya hikmetle bakmayan, bütün varlığa nefsani at gözlükleriyle bakanlar bize yürümemiz gereken hakiki istikameti gösteremez.
Hakiki sevgi bilgelik yoludur. Kişi sevdiğine dönüşür. Sevgi dönüştürücüdür. İnsanı hakikate götüren sevgi, muhabbet ve meveddet toprağı altına dönüştürür. Kapıları, pencereleri, cadde ve sokakları sevgiye açılmayan bilgelik arayışı yaşam dersinde sınıfta kalmış kötü bir yanılsamadır.
Büyük bir veli olan Rabiatü'l-Adeviyye’ye bir gün “Allah'ı sever misin?” diye soruldu.
O büyük veli cevaben, "Evet, O'nun sevgisi bütün kalbimi doldurmuştur” dedi.
Sonrasında insanın yeryüzündeki büyük imtihanı olan şeytana dair sorular soruldu.
Bunun üzerine Rabiatü'l-Adeviyye, "Allah sevgisi kalbimi öylesine yer edip kalbimi doldurdu ki şeytanı düşünmeye vakit kalmadı." dedi.
Sevginin büyük gücünü bu hareket dairesinden sabahın aydınlığı gibi çıplak gözler ile temaşa edebiliriz.
NEFRET YAHUT DÜŞMANA BENZEMEK
Bu noktaya varıncaya dek sevginin dönüştürücü etkisinden bahsettik. Sevgi nefret karşıtlığı üzerinden de bir takım düşman cephelerin birbirlerine olan inanılmaz benzerliğini dile getirmek yerinde olacaktır. İki zıddın yer yer davranışsal izdivacı ve zaman içinde birbirine tıpatıp benzemeye başlaması bu kabildendir.
Burada en önemli etkenin, nefret ve düşmanlık zırhları arkasına saklanan ve fırsat bulduğu en uygun yerde karşımıza dikilen, zıtlıkta yer bulan gizlenmiş bir hayranlık olduğunu söyleyebiliriz.
Müslümanların yeryüzünde iç ve dış düşmanları vardır. Müslüman için iç düşman, Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’in gazveden dönerken küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz buyurduğu üzere kişinin en büyük mücahedesi olan nefsidir.
Allah Azze ve Celle’nin Müslümanlar için dış düşman tanımlaması ise zulmedenler, yeryüzünde fesat ve bozgunculuk çıkaranlardır. Cenab-ı Hakk, Hud Suresi’nde “Zalimlere meyletmeyin” buyurmaktadır. Meyletmek, etimolojik köken itibariyle eğim, eğilmek, yönelmek anlamlarına gelmektedir. Kişinin yönelim ve eğilimleri düşmanına ilgi ve hayranlık minvalinde ise burada hasaret kaçınılmazdır. Zira celladının gül cemaline aşık olan kişi henüz farkında olmadığı bir savaşın mağlubu olmuştur.
Bugün Müslüman toplum içinde doğup büyüyen bir takım insanların bu dekadansa boğazına kadar batmış olduklarını üzülerek görüyoruz. Tanzimat döneminde fikri ve kültürel kompleks ile başlayan bu çözülmeler, yerini zaman içinde mukallit tutum ve tavırlara maalesef terk etmiştir.
Bugün geldiğimiz noktada bu düşünce dünyasının sınırları içinde yer alan, Müslüman bir anne babanın evladı olan bazı şahıslara ABD’nin ve Batı Avrupa’nın insanlık için, dünya halkları için tehlikeli bir yapı olduğunu söylediğinizde ayaklarına basmışsınız gibi canları yanmaktadır.
Savunma sadedinde, “Efendim; fikir özgürlüğü ve refahı, zenginliği ve altyapısı, teknoloji ve eğitimi hangi dünya ülkesinde var?” cümlelerine muhatap oluyorsunuz.
Siyonist İsrail’in şiddet politikalarını insani bir söylem eşliğinde eleştirdiğinizde, “Arapların toprak sattığı” teziyle kendi zavallılığına destek atma çabasına girişen, kimlik ve kişiliğini bir gömlek gibi sırtından atan klinik vakalarla bu konuları konuşmanın pişmanlığını yaşıyorsunuz.
Amansız düşmanlarının tahripkar ellerinde iğdiş edilmiş zihinler, ABD’nin ve Batı Avrupa’nın sahibi olduğu zenginlik ve refahını dünya mazlumlarının kan ve gözyaşına borçlu olduğunu asla görmeyecektir.
Kaldırım taşlarına kadar zulme batmış bir sistemin iğrenç ve aşağılık noktalarını görmek, asla işlerine gelmeyecektir. Fakat düşmana ne kadar muhabbet beslenirse beslensin, neticesi lütuf değil, aşağılanmadır. Batı kültür ve medeniyetinin kibirli insanları, Cemil Meriç’in “Kılıçlarından kelleler damlayan Osmanlı” diye tarif ettiği bir milleti asla sevmeyecektir.
Bundan tam on yıl önce Dr. Ali Bulaç, “Medeniyetler Çatışması” tezi üzerine bir konuşma yaptığına şahit olmuştum. Konuşmasında, “Mevcut Batı dünyasını ne kadar taklit ederseniz edin, asla onlar nazarında makbul bir Batı’lı olamazsınız. Buna konuşmanız, dininiz ve hatta derinizin rengi bile engeldir.” mealinde ifadelerde bulunmuştu.
Tarihin kahverengi sayfalarında, sinema ve edebiyatta bu karşıtlık ve benzerliğin çeşitli örneklemelerine sıklıkla rastlayabiliriz. İyilerin kötülerden intikam aldığı şiddete dayalı anlatılarda, iyilerin kötülerden daha zararlı, fakat izleyici tarafından sevilen canavarlara dönüştüğünü görebiliriz.
Hollywood’da Tarantino filmlerinin iyi karakterleri olduğu pek söylenemez. Fakat Protagonist’in (baş karakter) haklı mazeretleri neticesinde dış dünyadan kısmen daha masum bir yere sahip olduğu görülmektedir. Bu sentetik dünyanın plastik tasarımları içinde Protagonist anlatıcıdan aldığı icazet ile Antagonist’in (kötü ve muhalif karakter) canına okumaya başlar. Bu noktada eleştirdiğimiz husus, Protagonist’in varlık ve mücadele amacını bu şekilde yitirmesi, çatışmanın anlamını kaybetmesidir. Örneğin, “Bebek katillerini cezalandırma” üzerine kurgulanmış bir edebi veya sinematografik anlatıda, adaleti sağlamaya veya suçluları cezalandırmaya çalışan kişi ve kurumların, yüzlerce çocuğun ölümüne neden olması nasıl bir mantıklı açıklama ile izah edilebilir? Bu zaviyeden bakıldığında kötülükle mücadele ederken kötüleşmenin zorunluluğu sanki bir ilke gibi ortaya konulmaktadır.
Siyonistlerin sinema dünyasının araçlarını kullanarak bütün insanlığa anlattıkları dram ve trajedinin içinde barındırdığı bütün şiddet ve suç öğelerine bugün başvurmaları, çarşaf çarşaf anlattıkları Gestapo uygulamalarının benzer versiyon ve yöntemlerini mazlum ve mustazaf Filistin halkına karşı kullanmaları, bir topluluğun sadece düşmanına benzemesinin değil, iliklerine kadar ona dönüşmesiyle ifade edilebilir. Bugün Filistin topraklarını kan gölüne çeviren ırkçı siyonizmin Hitler faşizminden pratikte hiçbir farkı yoktur.
İslam düşünce ve pratiğinde mutlak kazanca dayalı oportünizm yoktur ve düşmanına benzemek mutlak surette yasaktır. Savaş düşmana benzeyince kaybedilmektedir. Bu konuda gözle görülür bir hassasiyet vardır. Bu çelişki ve gerilim karşısında Müslümanların tarihsel tecrübesi ortadadır.
Müslümanlar için sünnet-i seniyyeye ittiba etmek vardır. Peygamber sevgisi ve kamil insanlara muhabbet söz konusu olduğunda bu çerçevede anlaşılabilir. Müslümanlar, ahlak ve tarz-ı hayatlarını bu örneklik üzerine bina ederler. Bu nedenledir ki biz Müslümanlar için Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’nın örnekliği bizi zıddımıza dönüşmekten, kötülükle mücadele ederken kötüleşmekten muhafaza edecek ve doğru bir istikamet üzere yaşamamızı mümkün kılacaktır.
Söz&Kalem Dergisi | Orhan Özsoy