Şehir sakinlerinin günün büyük bir bölümünü içinde geçirdiği ve onlar için gündelik ‘fiziksel herhangi bir güzergâh’ olan sokağı kavramsallaştırarak bir dergide dosya konusu yapmak, beraberinde masumane bir karşı çıkışı da getirebilir. Aslında mesele, yani tartışma tam da burada ortaya çıkıyor. ‘Sokak’, yalnızca fiziksel bir ‘güzergâh’ mıdır, yoksa içinde anlamlar barındırmaya namzet bir kavram mı? Bu ikilikli sorunun ikinci kısmının cevabını arama yolunda atılan her bir adımda, ‘sokak’ üzerine tekrardan düşünmeyi gerektiren detaylarla karşılaşılır. Bu karşılaşmalar esasen bizi -daha iddialı bir ifadeyle- bir medeniyetin inceliklerine götürmektedir.
Sokak, şehirle birlikte var olan ve hem fiziksel hem de sosyal anlamlar yüklenerek şehir hayatının veya daha küçük ölçekte mahalle hayatının “nirengi noktası”nı oluşturmaktadır. Fiziksel yönüyle bir şehrin kimliğinin oluşumunda sokak önemli bir yer tutar. Söz gelimi tarihsel/geleneksel İslam şehirlerini günümüz “modern şehir”lerden ayıran en temel dinamiklerinden biridir sokak. İlgi çekici detay şu ki, geleneksel İslam şehir tecrübesi, gittiği her yerde ortak ilkelerle teşekkül etmiş ve dolayısıyla benzer fiziksel manzarayı/silüeti temaşa ettirmiştir. Tarihi vesikalar içinde biraz geçmişe doğru yol alıp, herhangi bir İslam şehrinin sokaklarını arşınlamak bu noktada heyecan verebilir. Söz gelimi ilk olarak Tanpınar’ın “Beş Şehir”ini keşfe çıkmak isabetli olacaktır; İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum, Konya... Bunlara Diyarbakır’ı, Trabzon’u, Urfa’yı, Tokat’ı, Mardin’i, Van’ı; Medine’yi, Fes’i, Marakeş’i, Kurtuba’yı, Semerkand’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi, Saraybosna’yı, Lefkoşa’yı da eklemek suretiyle cihanşümul bir rota çizilebilir. İslam’ın doğduğu ve neşvünema bulduğu şehirlerin çoğunluğunu burada sıralamak ve ortak ilkeler etrafında oluşan benzerliklerini ortaya koymak mümkündür. Bu benzerliğin, inanç sistemiyle doğrudan bağlantılı olduğunu söylemek zor değil, zira her inanç ve ideolojinin kendi şehir düzenini kurduğu yönündeki görüş geçerliliğini korumaktadır. Bu inanç ortaklığından neşet eden şehirler, fiziksel görünümde en belirgin şekilde sokak dokularıyla ortaklık kurarlar. Ve bu doku içinde daha da öne çıkan diğer bir detay ise ‘çıkmaz sokak’tır.
Düne kıyasla, bugün içinde yaşam sürdüğümüz “modern kent” planında sokağı nitelikli kılma kıstaslarının “genişlik”, “uzunluk”, “doğrusallık” ve otomobil için “park yeri” olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Buna karşılık İslam şehir tecrübesinde sokakların, genellikle eğimli ve oldukça dolambaçlı olması ve nihayet çoğunun bir çıkmazla bitiyor olması hayli dikkat çekicidir. Bu karşıtlık beraberinde temel bir soruyu getirmektedir: bugün zihinlerde ‘olumsuz’ bir karşılığı olan ‘çıkmaz sokak’ pratiği, bir medeniyetin inşa ettiği düzen içinde neden bu kadar alışılagelen bir uygulama olmuştur? Tam da bu noktada, yıllar önce okumuş olduğum ve ‘sokak’ kavramı vesilesiyle tekrar göz gezdirdiğim, Cihan Aktaş’ın “Şehir Tutulması” kitabındaki bir pasaj, meseleyi açması bakımından hayli önemlidir. Kitapta, Siyer Araştırmaları Merkezi’nin “21. Asırda Abdullah olmak” projesini neden Başakşehirde hayata geçirdiklerine ilişkin şu ifadelere yer veriliyor: “Başakşehir kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde site tipi bir yaşamın hâkim olduğu, mahalle kültüründe insanların birbirine çok yakın olup, birçok şeylerin paylaşılıp, komşuluk haklarının korunduğu bir yer olmaktan ziyade insanların birbiriyle yabancılaştığı, birbirinden kaçtığı, bununla beraber refah seviyesinin de iyi olması hasebiyle insanların tüketim ve lüks yaşantısının zirve yaptığı bir ilçemiz. Modern dünyanın sunduğu yabancılaşma ve tehditleriyle birebir karşı karşıya olan insanlarımızın “Allah’a kul olmak” çağrısına, davetine en fazla muhatap olması gerektiği ihtiyacından hareketle bu projeyi bu ilçemizde hayata geçirmeye karar kıldık”. Bir organizatörün aktardığı bu gerekçeler, mahallenin temel dinamiklerinin ne olduğuyla ilgili önemli tespitler barındırıyor. Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere mahalle, “mahalle kültürü”, “insanların bir birine çok yakın olduğu”, “birçok şeylerin paylaşıldığı”, “komşuluk haklarının korunduğu” bir yer olarak anlamlandırılmaktadır. Buna karşılık modern dünyanın (veya modern kentin) getirdiği “yabancılaşma” ve “tehditler” vurgusu da bir başka olguya işaret etmektedir.
‘Çıkmaz sokak’ın ne’liğine ilişkin bir anlam arayışı bu noktada önem kazanmaktadır. ‘Çıkmaz sokak’ geleneksel İslam mahallelerinde, dolambaçlı sokakların bitiminde hafifçe genişleyerek bir küçük meydancık oluşturarak nihayete ermesi olarak tariflenebilir. Bu bitiş noktasında 4-5 evin yer almasıyla bir küçük komşuluk birimi oluşmaktadır. Aynı zamanda çocuk oyun alanına dönüşen sokağın bitim noktası, evlerdeki tüm gözlerin çocukların üzerinde olmasını sağlar. Böylece komşu hakkı, çocuk ve yaşlı duyarlılığı, paylaşım, güvenlik, mahremiyetin üst düzeye çıkarıldığı; yabancılaşmanın, güvensizliğin ise asgari dereceye indirildiği bir zemin haline gelmektedir.
Şehrin merkezini kamusal alan olarak tanımlamak gerekirse, merkezden çıkan ana sokaklardan sonra daralan diğer sokaklara ‘kamusallık’ azalır ve ‘yarı kamusallık’ artar, çıkmaz sokağa girip evin avlusuna giriş yapana dek yürünülen kısım ise ‘yarı özel alan’ olarak tanımlanabilir. Bu ‘yarı özel’ olma durumu beraberinde yabancılaşmayı düşürerek birlikteliği getirmektedir. Birbirini yakından tanıyan ve manevi bir birliktelik içinde olan bu bir grup aile kendi içinde yarı mahrem bir alan oluşturarak aynı zamanda güvenlik koşullarını da azami dereceye yükseltir. Ancak bu gerçeği dile getirirken bir başka gerçeğin ıskalanmaması önem arz eder. ‘Çıkmaz sokak’ tanımlı bir alandaki komşuluk daha çok öne çıksa da esas itibariyle mahalle bir bütün olarak komşuluk ilişkilerine sahiptir. Ve bu komşuluk esası, mahallenin sınırını, yani hane sayısını belirler.
Jacobs, modern kent eleştirisine ilişkin önemli eseri olan “Büyük Amerikan Şehirlerinin Yaşamı ve Ölümü” kitabında, bir şehrin ilginçliği sokaklarının ilginçliğinden ileri geldiğini ve bir şehrin yavan olması o şehrin sokaklarının yavan olmasından kaynaklandığını ifade eder. O, sokağın doğal sahiplerinin, yani “sokağı izleyen gözler”in olması gerektiğini, bunun için de evlerin sokakla ilişki kurması gerektiğini vurgular. “Sokağı izleyen gözler” metaforu, mahalle sakinlerinin sokakla ilişki kurması bakımından önemlidir. Buna karşılık Cansever, bunun en gelişmiş örneklerinin İslam/Osmanlı şehir düzeninde teşekkül ettiğinin altını çizer. Ona göre İslam şehrinde sokak ‘seyredilen’ değil, ‘yaşanılan’ bir yerdir. Mahalleli sokakta selamlaşır, hal hatır sorar, kültürel alışverişte bulunur. Evlerin pencere ve cumbalarından bakan ebeveynler sokakla doğrudan ilişki kurarak ev ile sokak yaşamını birlikte canlandırırlar. Çocuklar, özel alan olan evin avlusundan, önce yarı özel alan olan çıkmaz sokağa, oradan da sokağa ve sonrasında ise şehrin diğer bölgelerini güvenle dolaşarak deneyim kazanma imkânı elde eder.
Bu kültürel ilişki şehir inşasında da kendini gösterir. Söz gelimi sokak sakinleri, sokaklarının inşası sürecinde bilfiil sorumluluk almaktadır. İnşa edilecek her bir evin, diğer evlerle bütünlük kurması istenmekte, yani evlerin sokağın estetik bütünlüğünü bozmadan vücut bulması gerekmekedir. Daha da detaya inildiğinde evin penceresinin, kapısının, yapı malzemesinin ve nihayet bir bütün olarak cephesinin var olan kültürel düzene uyum sağlaması gerekmektedir. Ayrıca bu yeni evin, komşuluk haklarına halel getirip getirmediğine dikkat edilmekte ve bu noktada sokak sakinleri yani mahalleli kontrol amaçlı önemli bir mekanizma rolü üstlenmektedir. Böylece mahalle, komşuluk, güzellik, güvenlik ve mahremiyetin belirlediği ilkeler ve ölçekte bir sınır çizerek tanımlı hale gelmektedir.
Bu kültür birikiminin önemli bir mirası olan İstanbul üzerinden bir örnekleme yapmak gerekirse, bugünün kent planlamalarının fikir kaynaklığını yapmış ve “modern”/“rasyonel”/“doğrusal” kentlerin gelişiminde önemli bir yeri olan Le Corbusier, İstanbul’u gezerken benzer ifadeler kullanarak adeta bir itirafta bulunmaktadır. “Şehircilik” kitabında Corbusier, İstanbul yani İslam şehrinin sokaklarında yürürken daha çok keyif alınabileceğini özellikle vurgulamaktadır. Bunun öncelikli sebebi, sokağın genişlik ve ev yükseklikleri bakımından insan ölçeğinde olması olduğunu dile getirir. Dolambaçlı, eğimli İstanbul sokaklarında her evin farklı noktadan farklı biçimde sokakla ilişki kurduğu ve bu sayede her bir adımda yeni görsel sürprizlerin insanı karşıladığını ifade eder. Corbusier bu hayranlığını, 1911 yılında İstanbul gezisini yapıp ülkesine döndükten sonra, dönemin yönetimine bir mektup yazarak İstanbul’un olduğu gibi korunması gerektiğini söyleyerek bir kez daha dile getirir.
Başa dönecek olursak, sokağın yalnızca fiziksel bir yapılanmayı değil, bilakis inanç ekseninde biçimlenerek güzellikler biriktiren bir zemini ihtiva ettiği görülmektedir. Ve yine aynı inanç ekseninde yaşayan bir toplumun çekirdekten inşa edildiği bir kültürel zemin olmaktadır sokak. İdeal olarak gördüğümüz ve tekrar arzu ettiğimiz geleneksel ruh, yine geleneksel ruhtan beslenerek kuracağımız bir şehir düzeninde yeniden dirilebileceği ihtimali bu yüzden yüksek görünmektedir. ‘Sokak’ ve ‘çıkmaz sokak’ bu ruhun yeniden dirileceği zeminler olarak görünmektedir. Aksini talep eden modern kent planında, sağlı sollu tekdüze/yeknesak sıralanan apartmanların meydana getirdiği ‘koridor’ havasındaki geniş ve doğrusal sokaklarda, yayaların değil, daha ziyade otomobillerin görünür olduğu aşikârdır. Ancak gereken şu ki, modern şehir planının ötesine adım atarak varılacak noktada, otomobilleri evlerin ötesine taşınması ve evlere erişimin, sokakta yürüme deneyiminden sonra olmasıdır. Dolayısıyla bugünü inkâr etmeden ve geçmiş tecrübesini de ihmal etmeden; otomobiller için açtırılan bulvarlar ve caddelere karşılık, yürümeye, karşılaşmaya, selamlaşmaya, komşu olabilmeye ve dolayısıyla cemaatleşmeye imkân sağlayan ‘sokak’ ve ‘çıkmaz sokak’ları da yeniden diriltmek gerektiği görülmektedir.
Söz&Kalem - Müslüm Botan