“Ben kötülere iyilik saçarım, bu ceza olur
İyilere iyilik
Kötülere kötülük
Yapacak kadar güçlü ve seraplı olamam…”[1]
Kötülükle sulanmış, haksızlıkla örülü zamanlardı. Doğmuştu bundan tam altmış yıl önce... Sıkılgan, iyiliğe elverişsiz topraklar içinde çok zaman kalmıştı. Bir elinde geçmişini taşıdığı kahverengi bir bavul, diğer elde gelecek yeşerten umut birikintisi vardı. Bir âlemin eteğinden tutarak, bir başka âlemin kapılarına dayanmak idi tam olarak yaptığı…
Belleğinden hasat kıran sessizlikler içinde, sadakatsiz düşünceler edinmiş, vicdanını sol eliyle susturmuştu. Muhakeme kabiliyetini karmaşık duygular içinde ele vermekten, yenilgiler esaretinde örselemekten kaçınsa da; adını unuttuğu şehirlerde yaşamak, artık boynunda taşıdığı yaşamak yükünü tüm kuvvetiyle sıkıyordu. İyileşmek istiyordu fakat, eski günlere dönmek hususunda mütereddit bir vaziyet içindeydi. Eski dostlarını bir TV programında izlerken darıldı. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. Dünya değişmiş, toplum değişmiş, nesil değişmişti.
Yaşadığımız toprakların mazur bir genel geçeridir. Kişi söylediği bir cümle için; yanlış anlaşılmamak maksadı ile bin cümle sarf etmektedir. En sonunda herkes anlamak istediği gibi anlamaktadır sizi.
Zamane gençliğinin zamansız davranışlarını küçümseyerek, her gözün üstünde kaş arayarak, yürüdüğü sahil boyunca düşündü sükûnet eşiğinde. Bakışları takıldı bir yere; “Düştüm..!” dedi gençliğin evvelinde, “Aynı şu yerde” ve “Hem de defalarca.” diye ekledi. Hatırladı bir vakit çocuk olduğunu. Aynı yollardan geçmek, aynı kaldırımlarda koşmak, aynı yükseltilere takılarak düşebilmek demekti.
Yıllar boyu dinlediği radyolar, hayatın rengi ile benzeşmeyen politik martavallar sergisinde gezdirdi fikrini. Altmışına merdiven çekmiş, yaşını alabildiğince almış ve fakat dünyayı kurtaramamıştı. Bu cümleleri yazmakta olan kişiye bir üstad, “Bugün ki dünya, şuan ölmekte olanların eseri…” demiş idi. Haklı nedenlerin haksız savruluşlarıyla, ömür adlı treni kaçırmak arefesindeydi hikayenin ihtiyar işçisi. Diz çökmüştü endazesi para etmez, sütunları tertipsiz kavi yanılgılara. Ve hayatı bir aile fotoğrafının sol üst köşesinde, kırık bir hâtıraya dönmek üzereydi. Yarı hasta, yarı öfkeli, dünya yüzeyinde adı konulmuş hiçbir şeyi beğenmeden, gırtlağını düzleştiren homurtular eşliğinde geçiyordu günleri.
Mâzi ve âtinin her yandan kuşatan, saran ve sarsan kollarından henüz kurtulan kimseyi görmemişti. Yeryüzünde yazılan, tüm mürekkebi kurumuş hikayeler en nihayet böyledir. El’an, insan biraz da mazi ve müstakbel arasında kalış demektir. Hayat arşivinde saklanan geçmiş adlı belgenin tecrübe kabulü, ibret ve avuntudan öteye geçmez idi. Belki tüm olabilecekler arasında, olmuş olana bir küçük göndermedir kendisi. Ve de diğer yanı geleceğin meçhul oluş korkusu. İnsan, bilmezdi olacak olanı, yaklaşanı ve kendisini beklemekte olanı. Bilse gitmezdi, çünkü sonsuzluğu keşfedemeyen kimsesiz kalpler için hikayenin sonunda herkesi korkulu bir son beklemekteydi.
Bu cümleleri ilk defa torunundan işitmiş idi. Boyundan büyük laflar eden genç bir üniversiteli… Önce küçümsedi ve sonra gülümsedi. Çünkü karşısında duran genç adam; hiçbir düşünsel tertip gerektirmeden, tartışmaya dayalı, haklılığını başkasının haksızlığından alan, zoru görünce kıyıya dümen kıran tiplerden değildi. “Tıpkı gençliğimdeki gibi…” diyecek oldu, sonra gençliğinde bu kadar cesur olmadığını fark etti. 15 Temmuz akşamı köprüdeydi kendisi. Tıpkı Akif’in dediği gibi, cehennemi göğsünde söndürmeye gitmişti sanki. Bu genç, bu ateş parçası kime çekmişti acaba? O da merak içindeydi.
Torunu kitaplığın köşesindeki masaya yaslanarak, hâkim yaka gömleğinin üst düğmesini açıp rahat bir nefes aldıktan sonra,
“Söylemek istediklerim tüm hayatın kısa bir özetinden ibaret; hayat inanan ve iyi amel işleyenlerden başka hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur…”
Evet, bu söz olarak çok sade ve çok anlamlı bir özet… İfade biçimini oldukça derin buldu. Devam etmesini istedi.
“Tüm tartışmaları, kavgaları, diyalektik ve çatışmaları bir kenara bırakarak, sonsuzluğun derin arkeolojisini, iyilik üzerinden gerçekleştirebiliriz. İyilik ve hayırdan mahrum olan kimseler, insanlık ve dünyayı iyileştiremez, maddi ve manevi hastalıklar için sadra şifa reçeteler üretemezler. Bugün ki dünyanın aklı; gönlünün değil, nefsinin peşinde sürüklenen bir isimsiz distopya… Kâinat işleyişi ve sistemi karşısında tekebbüre kapılan, kendisinden başka kudret tanımayan ve bu vesileyle koca bir çaresizliğin içine saplanan ve kibrinin ağırlığından bunu itiraf edemeyen insanlar ile karşı karşıyayız. İyileşme bilmeyen yaralarına durmadan tütün basan dünya, anlamsız bakışlar arasında sayıklıyor bugün ve paydos etmeden biteviye; kendi yörüngesinde dönüyor usulca ve dahi ne yapacağını bilmeden... Ki insan bilmez, ayağına değen taşın eliyle yaptıklarından, diliyle yalanladıklarından ve gözünü yumduklarından sebep olduğunu… Bu vaziyetin titreyen telaşı içinde kötüleşen, cezası ebedi ağlayış olanlara iyiliği saçmak, iyilikleri çoğaltmak, lüzumu var ise kötülüğü iyilikle cezalandırmak insanlık âleminin dijital badiyelerde susuz kalışına bir katre insanlık serpecek ve İslam’ın tüm dünya mahrumlarını hakikatten yoksun seraplardan kurtarışına Fatiha olacaktır…”
Söz tükenince, başını kaldırdı. Hiçbir şey söylemeden torununun parlayan gözlerine baktı. Sonra içeriden bir ses geldi. Evet, ilaç saati gelmişti…
Söz&Kalem - Orhan Özsoy
[1] Hızırla Kırk Saat -Sezai Karakoç