Ev ile ilişkimizin katmanlaştığı bu aralar, salgın hastalık sebebiyle “evde kal”maya devam ediyoruz. ‘Ev’ demişken, bu süreç vesilesiyle ‘ev’in anlam ve mekan yönüyle ‘ne’ olduğu üzerine yeniden düşünme fırsatı doğuyor. Köyde, kasabada, şehirde ve nihayetinde metropolde evde kalmanın birbirinden farklı manzaraları getirdiğini görme imkânı elde ettik. Yeri gelmişken söyleyelim ki metropolde “ev”, dört tarafıyla boşlukta, toprakla ilişkinin kurulamadığı; bir blokta istiflenmiş dairelerden müteşekkil bir kapalı mekâna karşılık gelmesi yönüyle aileler için oldukça trajik/çekilmez bir sürecin temel faktörü haline gelmektedir. Ve yine görülmektedir ki, şehir parkları, açık alanlar, meydanalar bu süreçte bir evin küçük bir bahçesi kadar bile işlevsel olmamaktadır. Evdeki çocuğun küçük de olsa bir bahçeye ne derecede ihtiyaç duyduğunu da yine bu pandemi vesilesiyle tecrübe ettik. Bu konu, epeyi ehemmiyet arz etmeye başlaması sebebiyle üzerinde daha fazla durmayı hak ediyor. Ancak şimdilik bu girizgâhla yetinip asıl sorgulamayı bilahare yapmayı ve bu ve bundan sonraki birkaç yazının istikametini başka yöne çekmeyi uygun buluyorum.
Günlük meşgalede/işte, sosyal buluşmalarda, gezmelerde, seyahatlerde geçirdiğimiz vakitleri geri çekip zamanın büyük dilimini evde geçirdiğimiz bu sürece paralel olarak okumalarımızda da önemli bir artışın gözlemlendiğini kestirmek mümkün. Kendimden hareketle bunu söylemem zor olmasa gerek. Yeni yılın başında pasaportları yenileyerek en az bir yurt dışı, yurt içinde ise nisan ayı içinde gidilecek/gezilecek birkaç yerin listesini çıkarmış biri olarak tüm bu planları rafa kaldırmak durumunda kaldığımı üzülerek ifade edeyim. Ancak şer bildiğimizde hayrın mahfuz olabileceği inancının verdiği sekinetle süreci daha bereketli hale getirmenin yolunu ardığımızda, bu yolun okumak, yazmak ve aileyle deruni ilişkiler kurmaktan geçtiğini tecrübe ettik.
Günlük okumalarımız devam ederken kitaplığımda gözüme ilişen bir kitap; İbn Battûta Seyahatnamesi. Durağan geçen bu günlerde tarihi vesika mahiyetindeki bu kitabın sayfaları arasında uzunca bir seyahate çıkılabileceği düşüncesi bende heyecan uyandırdı. 14. yüzyılın başı itibariyle yola çıkan Battûta’nın, seyahatinde kaleme aldığı bu eseri okumak, İslam dünyasının o zamanki sosyo-kültürel durumu başta olmak üzere panaromik olarak daha birçok konuda gözlemler yapabilmeme imkan tanıyabilirdi. Zira fotoğraflamanın henüz mümkün olmadığı bir dönemde, seyahate konu olan coğrafyaların panaromasını çizmek birçok açıdan zor olsa da, bu metinler sayesinde siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel yönüyle coğrafyalar hakkında önemli bilgiler edinmek mümkün olabiliyor. Battuta’nın seyahatnamesi de bu bakımdan önemli ip uçları veriyor. Nedir bu ip uçları diye sormak lazım gelirse; gidilen şehrin emiri, alimleri, önde gelen insanları hakkında öncelikle bilgiler edinmek mümkündür. Bunların yanında belki de en dikkat çekici bilgiler sosyo-kültürel aktarımlarda gizlidir. Söz gelimi gidilen bir şehrin fiziksel yapısının betimlenmesi benim açımdan altı çizilmesi gereken hususlardandır. Bunun yanısıra şehrin gelişmişliğii, diğer şehirlerle kıyaslanması, şehir ahalisinin kültürel ve sosyolojik yapısı, şehrin coğrafik özellikleri hatta gidilen yerelerin halkı arasında anlatılan hikayeler hakkında bile bilgi edinmek mümkün olmaktadır. Söz gelimi Battûta seyahatnamesinde ermiş/irfan ehli insanların hikmetleriyle alakalı birçok hikaye aktarmayı ihmal etmiyor. Bu düşüncelerle hemen elimdeki kitabı bitirip rafa kaldırdım ve seyahatnameyi okumaya koyuldum.
İbn Battûta’nın rotasını yani izini takip edersek eğer, seyahatinin başlangıç noktası, doğduğu yer olan Fas’ın Tanca şehridir. Onun bu seyahatteki ilk amacı Mekke’ye varmak ve hac farizasını ifa etmektir. Bu güzergâhta ilk durağı Mısır’dır. İstanbul’dan Dimyat’a pirinç almaya giderken korsanlar tarafından basılan bir tüccarın hikâyesinden neşet eden “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” deyimine konu olan Dimyat’da bu güzergâh üzerinde yer alır ve seyyah burası hakkında da bilgiler aktarır. Ancak buranın pirincinden söz etmemektedir. Kahire’ye doğru giderken Nil nehri hakkında aktardıkları da oldukça dikkat çekicidir. Gözlemlerine göre Nil’de seyahat edenin, yanından erzak bulundurmasına gerek yoktur. Yolcunun abdest tazelemek, namaz kılmak veya yiyecek temin etmek için dilediği yerden sahile çıkması yeterlidir. İskenderiye’den Mısır’a oradan Asvan’a kadar çarşılar ve yollar bitişiktir; her yer şenliktir.
***
İslam medeniyetinde tasavvufa paralel olarak gelişen dervişliğin, derin anlamlar içerdiğini ve hatta bu medeniyetin sürekliliğini sağladığını ifade etmek her zaman için kolay olmuştur. Dervişlerin, farklı coğrafyalarda tekke zaviye ve esnaflık teşkilatlarında sundukları hizmetlerle bu medeniyet için köşe taşı görevi gördükleri noktasında bu seyahatnameyi okuyarak teyit etmek mümkün. Bunu İbn Battûta seyahatinin daha ilk duraklarında görmek mümkündür. Nitekim Battûta, ilk uğrak yerlerinden olan Mısır/Kahire’ye vardığında, medrese ve tekkelerin şehrin her tarafına dağıldığını ve sayılarının bilinemeyecek kadar çok olduğunu hemen aktarır. Tekkelerde hizmet gören dervişlerin çoğunluğunun da başka coğrafyalardan geldiğini ve bu dervişlerin tasavvuf yoluyla edep ve haya sahibi olduklarının notunu düşer. Birer buluşma, ibadet, zikir ve sosyal hizmet mekanı olarak öne çıkan tekkeler, yolcular için ücretsiz üç günlük konaklama hizmeti vermesi bakımından sosyal yaşamda kilit rol üstlenmişlerdir.
***
Mısır’da dönemin en büyük camisi Amr b. As Camii’dir. Ulu cami olması sebebiyle tüm ihtişamıyla, şehirde cuma namazının kılındığı mekan olan cami, çeşitli dönemlerde onarımlar görerek Mısır cami mimarisinin önemli bir temsilcisi olarak bugüne gelmiştir. Mısır diyarına ilişkin hatırlanmasında fayda gördüğüm bir diğer not ise bilim tarihiyle ilgilidir. Amr b. As burayı fethetmeden evvel, burada bilimin merkezi İskenderiye’dir. Ancak fetihten sonra kurulan Fustat şehri, birçok alanda olduğu gibi bilimde de Mısır bölgesinin merkezi heline geldiği seyahatname notlarında yer alır. Battuta günümüz adlandırmasıyla ‘Mısır Piramitleri ’ne de değinir ve bu piramitlere ilişkin bazı anlatıları aktarır. Bu piramitler esas itibariyle ‘Ehram’ adını taşır. Ehramlar yontma taştan yapılmış ancak hangi teknikle inşa edildiklerine ilişkin herhangi bir bilgi aktarılmamaktadır. Bu yapıların ayrıca kapısız oldukları bilinir. Mısır’da kadılarla ilgili hikayeye gelince, Melik Nasır, her pazartesi ve perşembe günleri dört kadıyı sol tarafına alarak meclis kurar ve halkın şikayetlerini dinler. Burada önce Şafii, ardından Hanefi, daha sonra Maliki ve en son Hanbeli kadılarının gelmesi adettendir. Talep ve şikayetler huzurunda okunduktan sonra Melik, derhal gerekenlerin yapılmasını emreder.
Battuta, Mısır bölgesi gezisinden sonra Kudüs’e doğru yol alır. Kudüs şehrinin nispeten büyük olduğunu ve binalarının tümünün yontma taş yani yığma duvarla inşa edildiğinin altını çizer. Bu gözlem günümüzde de Kudüs’e gidenler tarafından aktarılır. Zira Kudüs şehrinin genel dokusu taştan olup geçmiş mimarlık ve şehircilik birikimi hala korunmaktadır. Bu sayede “mekanın ruhu” denilen olgu belki de en güzel şekilde Kudüs’te yaşanmaktadır.
Ünlü Seyyah daha sonra Kutlu Mescit’e dair notlarını aktarır. Ona göre bu mescit sanatkarane inşa edilen en ünlü mabetlerden olup mimari niteliği açısından ise eşsiz güzelliktedir. O dönemin en büyük mescidi olma özelliğini; 435 arşın genişliği ve 752 arşın uzunluğunda olması yönüyle göstermektedir. Bu mescidin ayırt edici özelliği ise mekanın büyük bir kısmının üstünün açık olması; yalnızca ‘Mescidi Aksa’ olarak anılan yerin üstünün kapalı olmasıdır. Mimarisinde göze çarpan hüner ve sanat bakımından oldukça hayret verici olduğunu anlatır. Bu açık mekanın içinde yükselen Kubbetü’s- Sahra ise İslam sanatı içinde ayrı bir öneme sahiptir. Battuta’ya göre bu yapı da güzellikten nasibini almış, her tarafı sanatkaranece bezenmiş olup; içini ve dışını, tüm güzelliklerini ve süslerini tarif etmekten kalem aciz kalır. Müslümanlarca Hz. Peygamber’in miraca çıkarken son defa ayak bastığı, Hristiyanlar tarafından ise Hz. İbrahim’in İsmail’i kurban etmek için yatırdığı taş olarak bilinen Hacer-i Muallak taşı da bu yapı içinde yer alır.
İbn Battûta’nın gözlemlerine bazı notlar eklemek gerekirse, yapının adı, “çöl” anlamına gelen “sahra”dan değil, “kaya” anlamına gelen “sahara”dan gelmektedir. Tarihçi Mukaddesi, bu yapının yapılış gayesinin Suriye’deki Hristiyan kilise sanatının ihtişamını geride bırakmaya yönelik olduğunu söyler. Bu yorumu destekleyen husus şu ki, yapının içi hiç boşluk bırakılmamak suretiyle devrinin en başarılı süslemeleriyle tezyin edilmiştir. Bu eser İslam sanatı içerisinde ibadethane işlevinden uzak, mukaddes taşın hatırına inşa edilen ve günümüze kadar gelen en eski eser olması özelliğiyle de bilinmelidir.
Kudüs gezisinden sonra, ilgi çekici notların aktarıldığı bir diğer şehir ise Hama’dır. Battûta burayı Şam bölgesinin (Suriye-Lübnan-Filistin) en bakımlı şehirlerinden biri olarak tarif eder. Âsi nehri bu şehirden geçer ve akıntı yönü diğer nehirlerin aksine güneyden kuzeye doğrudur. Ayrıca nehre “âsi” denmesinin sebebi, arazi sulamalarına doğrudan imkan vermemesiyle ilgilidir. Nitekim bu nehir tarihten beridir ‘sudolapları’yla ün salmıştır; su sudolaplarıyla günlük kullanım kanallarına aktarılmaktadır. Bu şehir ayrıca işlek çarşıları, muntazam hamamları ve meyve bahçeleriyle de bilinir o dönemde. İbn Battûta bu şehirden çıkıp Halep’e doğru yola koyulmadan evvel Hama hakkında kaleme aldığı şiiri paylaşarak bizde bu ayki notlarımızı bir şiirle noktalamış olalım:
“Hak Teâlâ himaye etsin Hama’nın çevresini,
Durdum ve dinledim onu, kalbim neşeyle doldu.
Işıldayan binalarını da anlatmak zordur,
Öyle güzel şarkılar söyler güvercinleri,
Öyle hoş eğilir ki nazenin ağaçları.”
Söz&Kalem - Müslüm Botan