Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Gözel
Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurdular:
“Öyle bir kavim türeyecektir ki, onlar Allah’ın Kitâbı’nı okuyacaklar fakat bu onların boğazlarından aşağıya geçmeyecek, onlar okun avı süratle delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, Müslümanları öldürecek, puta tapanlara dokunmayacaklar.” (Buhârî)
Tekfir, Arapça kökenli bir kelime olup, sözlük anlamı itibarıyla örtmek, saklamak ve nankörlük etmek manalarındaki “kefere” fiilinden türemiştir. İslam literatüründe ise Tekfir, bir kimseyi küfre nispet etmek demektir. Tekfircilik, kâfiri tekfir ve Müslümanı tekfir etmek olmak üzere iki farklı boyuta sahiptir. Kâfiri tekfir etmek bizzat İslam’ın ana unsuru olan Kuran-ı Kerim ve Sünnet-i Nebide yer aldığından dolayı onu inkâr etmek küfürdür. Müslümanı tekfir etmenin ne kadar tehlikeli bir durum olduğunu ise bugün İslam ümmetinin içerisinde bulunduğu dağılmışlık, tefrika ve uğradığı katliamlardan anlıyoruz.
Müslümanlar arasında ilk tekfir hareketi Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasında yaşanan Sıffin savaşı sırasında her iki tarafın hakem konusunda fikir birliğine varması sonucu ortaya çıkmıştır. Hz. Ali hakem olarak Ebu Musa El-Eş’ari’yi tayin ederken, Hz. Muaviye, Amr bin As’ı tayin etmiştir. Hz. Ali’nin ordusunda yer alan, Hz. Osman döneminden itibaren tekfirci bir mantaliteye sahip kimseler, “Hüküm ancak Allah’ındır" (En'am/57) ayetini dayanak göstererek her iki tarafı da tekfir edip Harura bölgesine yerleşmişlerdir. Bu kimseler çoğunlukla “Hariciler” olarak anılmakla birlikte, Harura bölgesine yerleştikleri için de “Haruriler” olarak da anılmışlardır. Halife olan Hz.Ali’ye karşı çıktıklarından dolayı Ehli Sünnet âlimlerince “Hariciler” yani “Karşı çıkanlar” olarak anılmaktadırlar. Kendileri ise “kâfirlere karşı çıktıklarını” öne sürerek kendilerini “Hariciler” olarak tanımlamaktadırlar. Kimi âlimler tarafından ise halifeye karşı çıktıkları ve Müslümanları tekfir ettikleri için kendilerine “Hariciler” yani “Dinden çıkanlar” olarak isimlendirilmişlerdir.
Hariciler, Harura bölgesine yerleştikten sonra Hz. Ali ve Hz. Muaviye’yi tekfir etmeyen Müslümanları tekfir edip, katletmişlerdir. Hariciler, sırf kendi görüşlerini paylaşmadığı için ashaptan Habbâb b. Eret’in oğlu Abdullah’ı ve hamile karısını katledilmişlerdir. Fakat kendi bölgelerinde geçen hiçbir gayri Müslime dokunmamışlardır. Hariciler, İslam dünyasında anarşi ve terör tohumlarını atan ilk zümre olmuştur.
Tekfirci zihniyetin temelini oluşturan akımın Haricilik olduğunu bu tarihsel olay ile anlıyoruz. Tekfircilik/Haricilik tamamen siyasi bir olay sonucu reaksiyon gösterip ortaya çıkmış bir harekettir. Herhangi ilmi bir dayanağı bulunmamaktadır. Nitekim ayet-i kerimeleri yüzeysel değerlendirip, sebeb-i nüzulünü göz önünde bulundurmadan, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri Müslümanlara karşı bir reddiye olarak getirmişlerdir.
Tekfirci zihniyet İslam dünyasına çok ciddi anlamda zararlar verdi/vermektedir. Bu hastalıklı zihniyet dün Harura’da kılıçla Müslüman kanı akıtırken, bugün de şahit olduğumuz gibi Suriye’de, Irak’ta ve Afganistan’da patlatılan bombalarla Müslüman kanını akıttığını bil müşahede görmekteyiz. Müslümanların vahdete muhtaç olduğu bir dönemde, mezhepsel nedenleri, siyasi nedenleri ve milli nedenleri ön planda tutarak maalesef İslam Ümmetinin vahdet anlayışına hançer saplamaktadırlar. Müslümanların bürokraside, siyaset sahnesinde, içtimaî ve iktisadi alanlarda rol almamaları ve bu alanlarda İslami bilinci hâkim kılmamaları için ayetleri ve hadisleri tahrif etmekten çekinmemektedirler. Tarihteki Haricilik, Nebevi sünneti ihlal eden siyasi bir hareket olarak belli bir zaman etkili olmuş, İslam topraklarında terör estirmiş, Müslüman canların yanmasına, kanların akmasına sebebiyet vermiştir. Bu nedenle Harici gruplardan eser kalmamıştır.
Tekfirci/Harici zihniyetin günümüze kadar bir topluluk olarak ulaşmamalarının sebebi; sürekli birbirini tekfir edip, gruplara ayrılmasından kaynaklanır. Fakat bu hastalıklı fikir İslam tarihi içinde zaman zaman hortlamıştır. Bugün de Hariciliğin revaçta olduğu bir zaman dilimine şahit olmaktayız. Tarihteki emsalleri gibi bugünkü Hariciler de dini konularda cahil insanlardan oluşmaktadır. Sadece ayetlerin ve hadislerin zahirine dayanarak onlardan bir takım hükümler çıkarmak ve bunu dayanak göstererek Müslümanları tekfir etmek ilim değildir. Bu nasların arkasındaki Allah’ın ve Resulü’nün maksadları nelerdir? Ulemanın icmâı tarih sürecinde hangi uygulama üzerinde oluşmuştur? Ümmetin tecrübesi bu konuda nasıl cereyan etmiştir? Bugünün fıkhı (el-fıqhü’l-vâkı’) neyi gerektirmektedir. İşte esas ilim bu soruların cevaplarındadır.
Günümüzde tekfirci zihniyete karşı sempati, psikolojik yönelimlere dayanmaktan öteye geçmemektedir. Toplum tarafından fark edilmek, insanların “bu adamın fikirleri çok farklıdır” sözlerinin nefislerine hoş gelmesi, insanları özellikle gençleri tekfircilik, mealcilik, tarihselcilik veya deizm gibi ideolojilere yönlendirmede çok önemli roller oynamaktadır. Karşılaştığımız tekfirci gençlere dikkat ettiğimizde; çoğunun ailesi ile problem yaşadıklarını, toplumu kâfir gördüklerinden dolayı toplumdan uzak bir şekilde marjinal bir hayat yaşadıklarını, camileri ‘mescid-i dırar’ görmelerinden ötürü camilerde ibadet etmediklerini, cuma namazlarını kılmadıklarını, belli bir yaşa kadar amel ettiği Hanefilik veya Şafilik mezhebini bırakıp birden Hanbeli mezhebine yöneldiklerini gözlemleyebiliriz. Bütün bunlar toplum tarafından farklı görünme hevesinden başka bir şey değildir.
Peki ne yapmalı?
-“…Size selam verene, dünya menfaatini dileyerek sen mümin değilsin demeyin…” (Nisa/94) ayetini ve "Herhangi bir kimse, din kardeşine 'Ey kâfir!' derse, bu tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne ala. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner." (Müslim, 1/319) hadisini düstur edinerek hareket etmek.
-Bir kâfiri –bilmeden- Müslüman kabul etmek, bir Müslümanı –bilerek- kâfir ilan etmekten daha evla olduğu bilinciyle hareket etmek.
-İslam’da tekfir meselesinin ilmi bir mesele olduğunu, bir kimseyi tekfir etmenin ilmi bir birikim gerektirdiğinin, bu konuda fıkhi ve akidevi bir şura heyetinin –ki bu İslam devletini gerektirir- kararına bağlı olduğunun bilincinde olmak.
-Bir insanı tekfir etmenin kendisiyle birlikte birçok sorumluluk getirdiği bilincine sahip olmak. Misal; bir kişi, başka bir insanı tekfir ettiğinde aynı zamanda o tekfir ettiği insanın ebediyen cehennemde şeytanla birlikte yanacağının, o kişinin evliliğinin batıl olduğunun haliyle çocuklarının veled-i zina olduklarının, –savaş esnasında- malının ve canının helal olduğunun, cenaze namazının kılınmayacağının, kendisine mirasta pay düşmediğinin hükmünü vermiş sayılır.
-Ayet ve hadislere yüzeysel yaklaşmayıp, sebeb-i nüzul ve sebeb-i vürudlarını, peygamberin, sahabelerin, Müslüman idarecilerin ve âlimlerin o ayetleri uygulama ve tefsir etme biçimini göz önünde bulundurarak okumak.
İslam ümmetinin vahdeti, İslami söylem ve yaşamın, siyasi, ictimai, iktisadi alanlarında hâkim olma mücadelesi, her türlü değerin üstündedir. Bugün İslam ümmetini içerisinde bulunduğu perişanlık durumundan kurtarmak, İslam topraklarında soğuktan donarak ölen, açlıktan ölen ve zalimlerin bombalarıyla katledilen çocukların kurtuluşunun önündeki en büyük engel tekfirci ve mezhepçi zihniyetlerdir. Bu sapkın zihniyetler nerede İslam adına cihat eden, mücadele eden İslami hareketler varsa hepsini tekfir etmektedir. 1400 yıldır hiçbir şekilde Müslümanlara fayda sağlamadıkları gibi emperyalistlerin ekmeğine de yağ sürmektedirler.
Vesselam…