Görüp göremediğimiz her şeyi yoktan var eden, uçsuz bucaksız kâinatın yaratıcısı olan yüce Rabbimiz, biz insanları ise farklı renklerde yaratmıştır. Bu hakikati yüce kitabı Kur’an-ı Kerim’in Hucurat Suresi 13. ayetinde “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık…” şeklinde ifade etmiştir. Yüce Allah böylece farklı ırk ve renklere sahip olan insanların esasında kardeş olduğunu beyan etmiş ve kardeşlik hukukunu gözetmeyi biz insanoğluna emretmiştir. Aynı tenden olmayan insanların aynı anne babadan geldiği gerçeği apaçık ortada olmasına rağmen günümüz dünyasının baş etmek zorunda olduğu temel krizlerden biri ırkçılık sorunudur. Bu yazımızda ırkçılıkla ilgili zaman tünelinde kısa bir yolculuğa çıkacağız inşallah.
Peygamberlerin açık davetine muhatap olan kavimler çoğunlukla Allah’ın emir ve yasaklarına sırt çevirmiş, şeytanın kovulma nedeni olan ırkçılığı mazlum ve güçsüz insanlar üzerinde uygulayarak köle sınıfı denilen gayri insani bir topluluk meydana getirmişlerdir. Peygamberlerin nebevi mesajına kulak veren müminleri sindirme ve politikası güden Roma İmparatorluğu da ırkçılığı sistematik olarak uygulayan ilk devletlerden birisidir. Roma’nın putperest inancının dışında bir dini benimseyen ya da Roma ırkı dışında kalan kesimler ‘köle’ ve ‘ayak takımı’ nitelemeleriyle ötekileştirilmiştir.
Kökü Roma’ya dayanan ve bugün dünyaya kriz pompalayan Batılı şer ittifakın kara geçmişi birçok ırkçılık örneğiyle doludur. İlk ve Orta Çağ dönemlerinde elitist (seçkinci) kalıpla toplumu kuşatan ırkçılık, bu doğrultuda sosyal sınıfların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Modern anlamda Feodalite denilen sosyal düzende toprak sahipleri ve rahipler seçkin sınıfında, ticaretle uğraşan burjuvalar orta sınıfta, köylüler ise en alt tabakada yer alıyordu. Köylüler ise kendi içinde ikiye ayrılıp; özgür köylüler sahip oldukları mal varlıklarını kullanabilme ve devredebilme hakkına sahipken, köle köylüler ise hiçbir hakka sahip olmayıp feodal efendileri tarafından mal gibi satılabilmekteydi. Sosyal sınıflar arasında geçiş kesinlikle mümkün olmayıp bu sınıflar arasında evlilik de söz konusu değildi. Böylece sınıflar arasında hiçbir bağ oluşmamakta ve bir üstün ırk anlayışı ortaya çıkmaktaydı.
Roma’nın insanlığın başına bela ettiği ırkçılık illeti İslam güneşinin doğduğu Arap yarımadasına da sirayet etmiş, Mekke topraklarında yaşayan insanlar arasında da ırk temelli sosyal düzen baş göstermişti. Üstünlük iddiasında bulunan belli başlı kabilelerin idare ettiği Mekke’de köle alım-satımı en yaygın ticaret haline gelmişti. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in iman nuruyla aydınlattığı topraklar ırkçılık ve köle ticaretinden arındırılmıştı. Bu bozuk zihniyet uzun bir müddet İslam topraklarından silinmesine rağmen ilk İslam devletlerinden olan Emevi Devleti’nde tekrar baş göstermiş, Arap olmayan Müslümanlara ikinci sınıf topluluk gözüyle bakılmıştı. Bu durum diğer Müslüman halklarda rahatsızlığa neden olmuş, ümmet olma bilinci büyük zararlar görmüştü. Bazı İslam devletlerinin yıkılmalarının başlıca nedenlerinden birisi de ırkçılık üstün ırk taassubudur.
Irkçılık sadece Batı dünyası ve İslam coğrafyasında değil, dünyanın her yerinde rastlanan bir düşünce bozukluğu olagelmiştir. Söz konusu mantalite tarih boyunca farklı halklar nefret ve düşmanlığı körüklemiş, büyük savaşlara zemin hazırlamıştır. Anasoyculuk düşüncesi 1789 Fransız İhtilali ile birlikte siyasal ideoloji kalıbına bürünmüştür. Her ırkın devletleşmesi ve krallıklardan kurtulması gerektiği düşüncesi Avrupa’da imparatorlukların sonunu getiren I. Dünya Savaşı’na zemin hazırlamıştır. Nihai olarak Avrupa’da irili ufaklı devletler boy göstermiştir.
Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı temel düşüncelerden biri olan milliyetçilik Genç Osmanlılar Cemiyeti (Jön Türkler- İttihat ve Terakki) vasıtasıyla İslam coğrafyasına yayılmıştır. Avrupa’dan dönüp devlet bürokrasisinde görev almaya başlayan gençler Türkçülük idealini devletin dayandığı temel ilkeler arasına katmak istemişlerdir. Bu durum kısa vadede önemli değişiklikler getirmese de I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’na komuta eden milliyetçi saiklerle hareket ederek Müslüman halklarda büyük kırılmalara sebebiyet vermişlerdir. Milliyetçilik doktrininin neden olduğu dünya harbinin sonucunda tıpkı Avrupa’daki gibi küçük devletler ortaya çıkmış, bir bütün olan İslam toprakları dilimlere bölünen pasta misali sömürülmeye müsait bir duruma gelmiştir.
Söz konusu harbin doğurduğu devletlerden olan ve üzerinde yaşadığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda tüm halkların tek bir ırka mensup olduğu görüşü benimsenmiş, diğer bütün etnik gruplar yok sayılmıştır. Ülkenin kurucusunun gençliğe hitap ederken kurduğu ‘Sahip olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ cümlesi kan ve ırk üstünlüğü taassubunun vardığı boyutları gözler önüne sermektedir. Nesiller boyu okul sıralarında okutulan öğrenci andında geçen ırkçı ifadeler körpe dimağların zihinlerini zehirlemiştir.
Üstün ırk taassubu ülkemizde sosyal ve siyasal kırılmalara da kapı aralamış, farklı etnik aidiyete sahip olan halklar arasında belirli zamanlarda gerginliklerin yaşanmasına neden olmuştur. Farklı renklerin, dillerin ve kimliklerin yok sayılması nedeniyle oluşan siyasal zeminde istikrarsızlık ve kaosun baş göstermesi kaçınılmazdır. Ne yazık ki ülkemiz bu olumsuzluklardan ziyadesiyle etkilenmiştir.
Irkçılık sendromu İslam dünyasının bölünmesindeki en büyük etkendir. Kimi Müslüman ülkeler birbirlerine karşı tamamen milliyetçi perspektifte tavırlar almakta, kendi halklarına diğer Müslüman ülke halklarını düşmanca ifadelerle tanıtabilmektedir. Bu durum Müslüman bireylerde ümmetçilik tasavvurunu ütopyaya çevirmekte, gerçekleşmesi imkânsız bir hayale çevirmektedir. Mevcut tabloyu değiştirmek için Müslümanlar olarak ümmet bilincini diri tutmalı, bizleri ayrıştıran ırkçılık illetinin şeytani bir tuzak olduğu gerçeğini her zaman ve şartta göz önünde bulundurmalıyız.
Allah’a emanet olun, selam ve dua ile.
Söz&Kalem Dergisi| Yusuf BİNGÖL