Konusu gençlik ve gençliğe dair olan her seminerde duyabileceğimiz bir söz vardır: “Gençlik; nefsanî arzu ve isteklerin kişiye galebe çalabileceği bir zaman dilimidir.” Bu söz, sürekli duyduğumuz için klasikleşmiş ve her hakikat gibi tozlanmıştır.
Gençlikle alakalı birçok tanım yapılabilir. Çünkü gençlik, tekdüze bir hayatın yaşanmadığı bir zaman dilimidir. O sebeple yapılan tanımlara bir tanım da biz eklersek şunu diyebiliriz: Gençlik; insanın arzu ettiği şeyleri, kolay elde etme üzerine yöntemler geliştirdiği bir dönemdir. Bu dönemde, arzu edinilen şeye ulaşma, en büyük amaçlardandır ve bu amaca ulaşmanın hangi yollardan olduğu çoğu kez önemsenmeyen bir husustur. Önemsenmeyen her şey gibi bu çaba da faydadan çok zarar getirmiştir netice olarak.
Yine bu dönem, kişinin ilmi manada eksik olduğunun farkına vardığı dönemdir. Nitekim kişi, her geçen gün farklı bir konuyla karşılaşır ve bu konular, hakkında bilgi sahibi olmadığı konular olur çoğu kez. Bazen bir muhabbet ortamında, bazen de üniversite amfilerinde kulak kabartılan bir konu, insanın ilgisini çeker. İnsan, bulunduğu ortamın gerisinde kalmama adına, konuşulan konu hakkında bilgi sahibi olmak ister. Bu bilgi edinme sürecini, kütüphane raflarında yıllanmış ansiklopedilerden veya kitap evlerinde satılan nitelikli kitaplardan elde etmek ona çok zor bir iş olarak gözükür. Hem onun o kadar da vakti yoktur zaten. Çünkü koskoca bir ümmet onu beklemektedir.
Yapacağı en kestirme bilgi edinme yolu, adını çokça zikrettiğimiz o meşhur arama motorunu açıp ona sormaktır. Oradan elde ettiği ve çoğu kez kaynağını araştırma ihtiyacı bile hissetmediği kısır, sığ ve yanıltıcı bilgilerle bilgi edindiğini sanır. Oysaki internet üzerinden elde edilen bilgi, bilgi değil malûmattır. Bilgi ve malûmat aynı şeyler değildir. Bir konu hakkında, derinlemesine olmasa bile iyi bir birikimi ifade etmek için bilgi; aynı konu hakkında çok daha yüzeysel bir birikim için de malûmat kavramını kullanırız. Ve malûmat; kesinlikten ziyade zannı ifade der. Kişinin, bilmediği bir işin peşine düşmesi ve o konuda kaynak dahi sormadan aldığı haberle hareket etmesi, kuvvetle muhtemeldir ki kendisini yanıltacak ve belki de içinden çıkılmaz girdaplara sürükleyecektir.
Menşei Batı olan ve faydası mı yoksa zararı mı daha çok olduğu konusunda hâlâ net bir hüküm bulunmayan internet, yaşadığımız asrın savaş meydanlarından biri haline gelmiştir. Bugün devletlerarası savaşlar, toprak parçalarından çok sosyal medya platformları üzerinden yapılıyor. Dün, Haçlı Savaşlarıyla dünyanın yarısına yakınını kana bulayan Batı, bugün de internet ve internet üzerinden insanların bir araya getirildiği sosyal medya platformları aracılığıyla zihinleri kirletmekte ve aslı olmayan haberlerin peşinde sürüklenen, her an çatışabilecek kapasitede olan bir sosyal yapı oluşturmaya çalışmaktadır.
Derinlemesine bir araştırma yapıp, kütüphanelerin raflarında bulunan asırlık ansiklopedileri açmaya üşenen bir gencin imdadına yetişen internetin, o gence verebileceği tek şey malûmattır. O malûmatta virüs bulaşmış bir haldedir. Çünkü aynı sözün, bir sayfada Mevlana’ya, diğer sayfada ise İbn-i Haldun’a nispet edildiği bir ortamdan bahsediyoruz. Bu ortam, aynı görselin altına bazen İbn-i Sina bazen de İbn-i Tufeyl yazılan bir ortamdır :) Zaman ve mekân bağlamından ötürü ikiz olmaları imkânsız olan bu ikilinin aynı görselle temsil edildiği bir yer, takdir edersiniz ki kişinin âlim olabileceği bir yer değildir. Çünkü ilim şekki kabul etmez.
Birbirini görmemiş zatların aynı asırdaymış gibi hikâyeleştirildiği bu ortamın bir diğer olmazsa olmazı da sizi tek bir konuyla yetindirmemesidir. Siz bir konuda bilgi sahibi olmak istersiniz ama o, bunu sizin şanınıza yakıştırmaz ve sağ alt kısımdan bildirimler gönderir size. Süslediği bildirimlerle sizi başka sayfalara çeker. İkinci Dünya Savaşıyla alakalı yaptığınız araştırmaya, sakızın nasıl üretildiğini izlemekle devam eder, en sonunda da ibretlik(!) sokak röportajlarıyla günü sonlandırırsınız.
Arama motorlarıyla âlim olacağını zanneden çarpık bir fikriyattan bahsediyoruz. Aynı fikriyat, attığı tweetler sayesinde Kudüs’ün özgür olabileceğine; giydiği dağcı ayakkabısıyla cihada her an hazır olabileceğine; dinlediği bazı ezgi ve marşlarla da dışarıya ciddi bir görünüm verebileceğine inanıyor.
Ümmetin yarınları adına bir ufuk olduğunu iddia eden bu insan tipi, her konuda konuşma hakkını kendinde buluyor, ortamda yabancı olduğu bir konu duyunca, sessizce arama motorundan o konuyla alakalı ufak bir malûmat edinip hemen “o öyle değil” deyip söze karışabiliyor. Konuya öyle bir giriş yapıyor ki, dinleyenler onun çok iyi bir rahle-i tedrisat sahibi olduğu ve yüzlerce kitabı devirdiği hissine kapılabiliyor ister istemez. Her konuda bilgi birikimine sahip olan bu tip, saatlerini verip kitap okuyacağına, günlerini verip tweet okuyor ve medeniyetimiz bin yıllık bir birikimini bir çırpıda silip atabiliyor.
Hakkında araştırma yapmadığı bir konuyla alakalı görüş beyan edilmesi istendiğinde, “Maalesef ben bu konu hakkında pek bir şey bilmiyorum” demeyi kendine yakıştıramayan bu insan tipi, ara ara müftü cübbesi giyiyor ve “caiz mi, değil mi” diye sorulan bir soruya dair “Yani bence caiz olmaması için bir sebep yok” deyip cesaretin zirvesine çıkabiliyor.
Sabahın erken vakitlerini zikir ve tefekkürle geçirmeyi tarikat ehline has bir şey olarak zanneden bu tip, dünya üzerinde zulme uğrayan kardeşleri için gecesini bölüp secdede dua etmek yerine, bulunduğu şehrin muhafazakâr çay evlerinde nargile eşliğinde bunu gündem edinir. Gecenin sonlarına doğru, dünya üzerinde çalışma yürüten bütün İslami kurum ve kuruluşlarının yanlış bir metod benimsediğine kanaat getirir ve yeni bir fikriyatın doğması gerektiğini beyan eder. Bu fikriyat, onun fikriyatından başka bir fikriyat değildir şüphesiz. Fikriyat kurulur ve nargileli zihinlerle derin bir uykuya dalınır. Öyle bir uyur ki, sabah kalktığında namaz vaktinin çoooktan çıkmış olduğunu fark eder ve ümmetin niçin derin uykulardan bir türlü uyanamadığını irdeleyen ezgiler eşliğinde kahvaltısını yapıp üniversitenin yolunu tutar…
Silsileler boyu izah etmeye çalıştığımız bu çarpıklığın en büyük sebeplerinden birisi, ilim ile malûmat arasındaki farkın anlaşılamamasıdır. Çizginin çizilmeye başlandığı yer eğri olduğunda, sonu, başına nazaran çok daha fazla eğri olurmuş.
Oysaki bizim inancımızda ilim, kişiye izzet kazandıran bir özelliğe sahiptir. Âlimlerin mürekkebinin, şehitlerin kanından üstün olduğunu haber veren Nebi aleyhisselam, beşikten mezara kadar ilim öğrenmemin her Müslümana farz olduğunu ifade etmiştir.
İlim sahiplerinin peygamber varisi olduklarını haber veren hadisin ışığında, her asır ve ortamda ilim sahiplerine kıymet verilmiş ve saygıyla muamele görmüşlerdir. En zorlu savaşlarda bile, geride kalanlara dinlerini öğretmeleri adına ilim sahipleri savaştan muaf tutulmuşlardır. Medine İslam Devleti’nin ilk üniversitesi olma özelliğine sahip Suffa’nın örnekliğinde, coğrafyamızın her tarafında ilim yuvaları kurulmuş ve ilim ehlinin yetiştirilmesi her devletin en önemli gayelerinden biri olmuştur.
Bu bağlamda söylenilebilir ki, ilim, rahatla elde edilen değil, rahmetini zahmette gizleyendir. Ayağa giden değil, ayağına gidilendir. Islah eden ve ancak ıslah edicilerin belleğinde yer edinendir. Talep eden değil ancak talep edilince gelendir.
Gigabaytlarla sınırlı sosyal medya platformları ve kaynak belirtilmeden her türlü malûmatın servis edildiği internet sayfaları ise, ne ilim yuvası olma ne de okuyucusunu âlim yapma yeterliliğine sahip değildir. Böyle ortamların âlimleri, virüslü âlimlerdir ve onlardan gelecek her bilgi, zihnin tahrip olmasına neden olacaktır. Aman kendinizi bu virüslü âlimlerden muhafaza edin. Yoksa beyninize format atmanız mümkün olamayacağı için komple çökertebilirsiniz :)
Söz&Kalem – Serdar Ayhan