Sabahın körü ile sabahın nuru arasında dört rekatlık ince bir fark vardır. Üsküdar’da yine sabahın nuruna uyandığım bir gün. Sabahın nuruna sabahın bereketini de eklemekti niyetim. Bunun için namazı kılıp hemen dışarı çıktım. Namaz vaktinin çıkmasına yani gün doğumuna 45 dakika vardı. Vakit henüz gecenin karanlığını üzerinden atamamış bir gündüz veya gündüzün perdesini yeni yeni aralamamış bir gece…
Eylül ayının hafif soğuğuna bu saatte çıkmanın serinliği de eklenince ceketimi almamak olmazdı. Ev ile arasında yaklaşık 300 metrelik eğimli bir sokak bulunan durağa doğru yürüdüm. Yürüdüğüm sokak o kadar sessiz ve kimsesizdi ki içimden geçirdiğim sesler bile duyulacak gibiydi. İç sesimi dinleyerek sakin bir şekilde yürüyordum ki iki kedinin yol kavgası bütün huzurumu bozdu. Birbirinin kulağına bağırıp duruyorlardı. Biri bağırıyor diğeri dinliyor. Diğeri bağırıyor öteki dinliyor. Baktım olacak gibi değil ben de ikisine bağırdım. Neyse ki ürküp kaçtılar. Ben de yoluma devam ettim.
Kadıköy sahile gitme planım vardı. Bunun nedeni yaklaşık altı yıl önce bir vesileyle yine bu saatlerde Kadıköy sahile inip vapura binişimdi. Sabahın körü veya nurunun hangi tarafında yer aldığını bilmediğim yüzlerce hatta binlerce insan işe gitmek için bu saatte vapuru doldurmuştu. Vapurdaki insanlar 20-25 dakika sürecek olan bu yolculuğu değerlendirmek için yatmayı tercih ediyordu. İlk kez böyle bir manzarayı görünce ilginç gelmişti bana. Daha doğrusu herkesin bulunduğu bir ortamda yatmak bana şaşırtıcı geliyordu. Ne de olsa doğup büyüdüğüm yerde böyle bir şey ayıp olarak karşılanırdı. Tabi geçen altı yıl içinde ben de alıştımJ
İşte bu olayın altı yıl sonrası… Üsküdar’dan otobüse bindim. On beş dakikalık bir yolculuğun ardından Kadıköy sahile indim. İlk işim vapur saatine bakmaktı. Vapurun hareket etmesine on üç dakika vardı. Birkaç dakika sahilde dolaşmanın bana iyi geleceğini düşünerek başladım yürümeye… Bir taraftan meydanda kırmızı seyyar tezgâhına taze simitlerini dizmekle ve bunları satmakla meşgul olan simitçi, karşısında simitlerden bir kaç tane alıp küçük cebindeki bozuk paraları çıkarmak için şekilden şekile giren müşteri ve o müşteriyi seslerini duyuracak bir şeklide kötü sıfatlarla niteleyen; yarı uyanık, çatık kaşlı ve gözaltları şişmiş diğer müşteriler… Diğer taraftan her zaman acelesi olup koşuşturan insanlar ve o insanları izleyen, vapur hareket etmediği için mesaileri henüz başlamamış sayılan martılar. Neyse… Fazla geç kalmamak için bir simit alıp vapura bindim. Vapurdaki kantinden de bir çay alıp cam kenarına geçtim.
Vapurdaki sahne hiç değişmemişti. Yine yorgunluktan başları öne düşmüş, bazısı horlayarak bazısı ara sıra kendine gelip etrafına bakan ve yine kendinden geçerek yatan insanlar... Herkes kendi halindeydi. İçeride sessiz bir kalabalık vardı. Yolculuğumu çay-simit eşliğinde camdan dalgaları izleyerek bitirdim. Vapur yolculuğu biter bitmez tramvay istasyonuna geçtim. Tramvay yolculuğumu da Yusuf Paşa istasyonunda bitirip Aksaray’da indim. Ne olduysa o zaman oldu. Sabahın bereketi beni Aksaray’da karşılamıştı.
Yusuf paşa istasyonunun üst geçidinden karşı caddeye geçtim. Caddeyi bölen ara sokaklardan birine girip yoluma devam ettim. Ara sokağın sonunda küçük bir park vardı. Bu parkta biraz oturup dinlenmekti niyetim. Çünkü evden çıkıp buraya gelmem yaklaşık bir saat sürmüştü. Haliyle yorulmuştum. Parkta oturup dinlenebileceğim bir bank arıyordu gözlerim. Boş bir bank bulup geçip oturdum. Birkaç dakika sonra oturduğum bankın yaklaşık 2 metre ilerisindeki başka bir banka gelip oturan otuzlu yaşlarda sakalı uzamış ve saçı hafif dağınık birini gördüm. Başında beresi bulunan ve eldivenli ellerini ovuşturup üfleyerek ısınmaya çalışan biri. Oturma şekli de farklıydı. Normalde biri oturmak isterse önce oturacağı yeri üfleyerek veya eliyle silerek veya her ikisini birden yapar. Sonra yavaş bir şeklide oturur. Ama bu kişi ne temizledi ne de yavaş hareket etti. Banka gelir gelmez vücudunu adeta fırlattı. Diğer bir değişle yığıldı, çöktü, yıkıldı. O an nasıl tarif edilir bilemiyorum. Hani insanın umudu kırılır, ümitleri tükenir, artık hiçbir şeyden beklentisi kalmaz ve bundan dolayı gözü görmez, hiçbir şeye dikkat etmez, ilgi duymaz ya, işte aynen öyle bir hal…
Dinlenmek için oturduğum bankta etrafı seyrederken arada yan taraftaki bankı da gözlüyordum. Banktaki kişi sırtını dayamış, başı eğik ve gözleri yere sabitlenmiş bir şekilde oturuyordu. Onu izlediğimi fark ettirmemek için başka taraflara da bakıyor ve bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yapıyordum. Kendisiyle sohbet etmek için içim içimi yiyordu. Hikâyesini dinlemek için can atıyordum. Ama nasıl yapacaktım? Direkt gidemezdim. Kuru kuruya bir sohbet açmak de olmazdı. Böyle yapsam çok kısır olur ve içini açamazdı. Biraz dostça olmalıydı bu sohbet. Etrafıma bakınırken parkın öbür ucundaki durağın hemen yanında simitçi tezgahını kurmuş simitçiye ilişti gözlerim. Evet, aklımdakini yapacaktım. Her ne kadar sabah çay/simit seansı yapmış olsam da bu hikâyeyi dinlemek için bir tane daha yapmaya değer diye düşündüm. Tezgaha varıp 2 simit aldıktan sonra biraz ilerideki çay ocağından da iki çay alarak ve komşuya doğru yol aldım.
-Selamunaleyküm
-Aleykümselam
-Abi kahvaltı yapmamıştım. Kendim için simit ve çay aldım. Baktım siz de buradasınız ikimiz için alayım dedim. Eğer kabul ederseniz. Beni mutlu etmiş olursunuz.
Önce hafif şaşırdı. Ardından sıcak bir tebessümle kabul etti. Ben de kendisinden izin alıp yanına oturdum. Başladık çay/simit kahvaltısını yapmaya…
-Bu kaç gündür havalar soğumaya başladı. Diye girdim söze.
-Evet. Soğuk iyice hissediliyor.
Konuşmasından doğulu olduğunu hemen anlamıştım. ‘Bizim oradan’ olunca daha çabuk ısınmıştım. Şimdi biraz rahatlayıp istediğim şekilde konuyu yönlendirebilirdim. Çünkü aynı topraktan olunca ister istemez daha samimi ve sıcak bir sohbet olacağı az çok belli oluyordu.
-İsminiz neydi?
-Yusuf.
-Memnun oldum. Ben de Ömer.
-Nerelisiniz?
-Urfa. Urfa, Siverek.
-Sen nerelisin?...
Klasik ilk tanışma faslı bu şekilde başladı. Sonra onun sorularına ben de cevap verdim. Sohbet koyulaşmaya başlamıştı…
-İstanbul’da mı yaşıyorsun? Yani ev burada mı?
-Yani yaşıyorum diyemem. Çünkü birkaç ay oldu gelmem. Ama burada çalışıyorum.
Çalışıyorum deyince bir anlam veremedim. Çünkü evsiz biri zannetmiştim ve dış görünüşü de bu düşüncemi onaylar şekildeydi. Hem çalışan biri kendine çeki düzen verip üstüne başına dikkat eder diye düşünüyordum. Merak ettim ne iş yaptığını.
-Ne iş yapıyorsunuz?
-Ben kağıt topluyorum. Yani geri dönüşüm işi. Şu köşede gördüğün(parkın köşesinde duran kâğıt toplayıcıların kullandığı arabayı işaret ederek) de benim arabam.
İşaret ettiği yöne baktım. Yarısına kadar dolu olan ve epey kirlenmiş olan arabasını gördüm. Aslında hiç beklemediğim ama iyi denk gelen bir durumdu benim için. Çok merak ettiğim bir işti ve bu işi yapan biriyle karşılaşmış olmam beni epey sevindirmişti. Sohbet koyulaştıkça Yusuf da anlatıyordu…
‘Birkaç ay etti İstanbul’a gelmem. Memlekette iş yoktu. En son çalıştığım işten de patron kovunca ne yapayım diye düşündüm. Aklıma burada kâğıt toplayan amcaoğullarım geldi. Onlara telefon açtım iş var mı yok mu diye sordum. Gel dediler. Ben de bavulumu topladım. Anne-babamı, eşimi ve çocuklarımı bırakıp geldim.’
Yusuf’u can kulağıyla dinliyordum. Bunları anlattıktan sonra biraz duraksadı ve ‘En baştan anlatayım’ dedi. Bir şey anlamadım. Tamam deyip dinlemeye devam ettim.
‘Aslında çok büyük hayallerim vardı. Okuyup güzel bir iş sahibi olup hem anne-babama hem de evin en büyüğü olduğum için kardeşlerime bakacaktım. Bu şekilde güzel hayallerim vardı. Sonra verdiğim bir karar her şeyi değiştirdi.’
-Nasıl bir karar?
‘Kapı komşumuzun Sıla adında benle yaşıt bir kızı vardı. Çok efendi ve gerçekten temiz biriydi. Normalde ona karşı hiçbir şey hissetmedim. Hatta hissedebileceğimi dahi tahmin etmezdim. Çünkü çocukluğumuz birlikte geçmişti ve birbirimizi az çok tanıyorduk. Ama bu hiçbir zaman başka yöne evrilmedi. Lise son sınıftayken bir olay hayatımı değiştirdi. Dediğim gibi ben lise son sınıf öğrencisiyim. Derslerim de hamdolsun iyiydi. Güzel hedeflerim vardı. Okulu bitirecektim. Sonra üniversite sonra iş hayatı falan…
Bir gün eve gelince kapı komşumuzun evinin önünde bir sürü ayakkabı gördüm. Hem kadın ayakkabıları hem de erkek kunduraları. Komşumuzun evinin önünde ilk kez gördüğüm bir manzaraydı bu. Merakım iyice artmıştı. Kapıyı çaldım. Kapıyı açan annemdi. Selam verip içeri girdim. Kaş-göz işaretiyle komşunun kapısını göstererek ‘hayırdır’ anlamında sordum.
-Sıla için geldiler, dedi.
Şok geçirmiştim. Elim ayağım titremeye başladı. Moralim çok bozuldu. Tamam, ben ona karşı farklı duygular hissetmiyordum ama niçin böyle olduğunu da bir türlü anlayamıyordum. Belki de hissediyordum ama kendimi kandırmıştım. Evet, belki de böyleydi. Hayır, kesinlikle böyleydi. O an anlamıştım.
Aradan günler geçmişti ama Sıla’nın durumundan haberdar olmamıştım. İnşallah olmamıştır diye dua ediyordum. Sonunda haber geldi. Haberi veren annemdi.
-Sıla ‘yok’ demiş.
Birden rahatladım üzerimden büyük bir yük kalkmış gibiydi. Derin nefes aldım. Hemen anneme gittim. Vakit kaybetmeye hiç mi hiç niyetim yoktu. Zaman kaybetmeden komşu kızını derhal için istemelerini söyledim. Şaşırdı. Bir şey de diyemedi. Annem babamla da konuştu. Maddi olarak gücümüz pek olmamasına karşın ikna oldular. Durumu karşı tarafa da açıkladık. Kabul ettiler. Birkaç ay içinde düğün oldu ve evlendik. Henüz 18-19 yaşındaydım ve artık evliydim.
Lise bitmişti, üniversite sınavına girdimi. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Sınıf Öğretmenliği kazanmıştım. Çok mutluydum. Hayallerimi gerçekleştirecektim. Ben bu kadar mutluyken anne ve babamda aynı mutluluğu göremedim. Biraz garipsedim. Annemle sohbet ettiğimiz bir gün konu üniversiteden açıldı. Annem:
-Oğul, dedi. Seni anlıyorum. Hayallerin var. Okumak istiyorsun. Ama düşünsene baban artık yaşlandı. Hem sen evlisin. Eğer bizden uzaklaşır başka şehre gidersen biz burada ne yaparız? Küçük kardeşlerin var, ben varım, baban var… Hem sen nasıl geçineceksin? Babanın kazancı zaten ortada, sana nasıl para gönderebilir ki? Sana gönderse biz nasıl geçineceğiz burada? İş bulup çalışman lazım. Bak oğul, gel dinle beni bırak bu sevdayı, burada kal. Gir bir işe hem ailene bak hem bizi yalnız bırakma.
Annem konuştukça nefesim daralıyordu. Haklıydı. Hem de çok haklıydı. Kurduğum hayaller lise son sınıf ve bekar birinin hayalleriydi. Çünkü o hayallerin hiçbirini evliyken kurmamıştım ben.
Aradan yıllar geçti. İki çocuğum olmuştu. Okuldan ve okumaktan vazgeçmiştim artık. Hayatımı aileme ve çocuklarıma adadım. Faklı farklı işlere girdim. Bir kaç iş değiştirdim. Son olarak çalıştığım yer ise bir inşaattı. Piyasa durgunlaşıp inşaatlar durunca bizi de çıkardılar. Bir ay boş kaldıktan sonra mecburen buraya geldim. Şimdi kâğıt topluyorum.
Sabah 7-8 gibi işe başlar akşam 21-22’ye kadar çalışırım. Günde hemen hemen 14 saat. Kazancım ise günlük 50-60 tl arası. Günlüğümü bu tutar arasında tutmaya çalışıyorum ki eve para gönderebileyim.
Ne de olsa kira, elektrik, su ve doğalgaz faturasın ödemiyorum’
-Nasıl yanı? Nasıl ödemiyorsunuz?
Gülerek cevap verdi.
-Sokakta yaşayan biri bunlardan muaf değil midir sence?
Hafif tebessüm ve üzüntüyle başımı salladım.
‘İşte böyle… Şuan hiç istemediğim bir işi mecburen yapıyorum. Hâlbuki benim de hayallerim vardı. Ha şunu da belirteyim. Evlendiğime de hiç pişman değilim. Yine olsa yine aynısını yapardım. Allah’ın takdiri buymuş.’
Sohbete dalarken elimizdeki simitleri bitirmiş çayı da çoktan içmiştik. Artık gitme zamanıydı. Ayağı kalkıp kendisiyle vedalaştım. Ben giderken o da ayakkabılarını çıkardı. Başının altına yastık yapıp uyumaya başladı.
Uzaklaşırken bir fotoğraf karesini hatıra olarak almayı da ihmal etmedim.
“Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.” Deme. “Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı” de…
Söz&Kalem - Ömer Polat