Söz&Kalem Dergisi | Hayrullah Seçen
Kelimelerin soyut manasını yitirdiği, mefhumun ne demek istediğini merak etmeyen bir çağda elbette kelimelerin/kavramların materyalist olması da hayret edilecek bir durum değil. Teknolojik tahakkümün şekillendirdiği ve Hedonist/Seküler kaygılarla inşa edilmek istenen evrensel dünyada kavramların da bu kaygılara hizmet ettiği gerçekliği önümüzde bulunmaktadır.
“Kamus, namustur” geleneğinin mirasçıları bugün bu namusu korumakta, kelimelere kendi kültürel, toplumsal ve medeniyet tasavvurumuz çerçevesinden yeni anlamlar vermekte yahut yeniden bu kelimelere ilahi nefesi üflemekte güçlük çekmektedir.
Kavramların otoritesini yitirdiğimiz bir çağda başka kavramların ve kelimelerin siyasal, sosyal ve ekonomik sahada otoritesi olduğu gerçekliği karşımıza çıkmaktadır. Sosyolojik ve tipolojik değişimlerin yarattığı farkındalığı hissetmekte geç kalmak, Müslüman zihinler olarak; kendi iç çekişmelerimiz, kavgalarımız, savaşlarımız, dağınıklığımızın ve parçalanmışlığımızın bir neticesidir.
Kavramların doğru ve yerinde tanımlanmamış olması zihinsel saptama, çıkarım ve çözümlemelerin de yanlış olmasına neden olacaktır. Zira her kavram bir olguyu sınırlamak demektir, eğer sınırlama doğru yapılmaz ise her türlü çıkarım da bu kalıp içerisinde üretimde bulunarak olaylara ve değişimlere doğru teşhisi koyamayacaktır.
Müslümanlar olarak İslam coğrafyasında yaşanan kriz ortamından bir an önce kurtulmak, yaşanan insani dramlara son vermek ve vahdet şuurunu yeniden İslam toplumlarının gönüllerine nakşetmek için ciddi bir gayret içerisinde olmamız gerektiği hakikatini görüyor ve biliyoruz. Ancak küresel ölçekte siyasal otoriteyi yeniden ele alma kaygısı ile birlikte verdiğimiz zihinsel çaba/uğraş kendi memleketlerimizde yaşanan siyasal/sosyal/ekonomik değişimlere de alternatif üretebilme gibi birçok noktada geride kalmaktayız.
Bu yaralayıcı gerçeklikle beraber, son dönemde “Z Kuşağı” olarak adlandırılan bir gençlik ile karşı karşıyayız. Bu tanımlama; dünyayı hedonist ve seküler kaygılar ile yönetmek isteyenlerin, ananelerin ve dinin hayatın hiçbir alanında yer almadığı, materyalist/robotik ve aynı zamanda insanı kodlara mahkûm eden teknolojik tahakkümün siyasal ve sınıfsal bir tanımlamasıdır.
Z Kuşağı’nın maddi ve manevi ihtiyaçları olan bir varlık olan insan olarak değil, yalnız materyalist hevesleri olan “birey” olarak tanıtılması gençleri diğergamlık, iyilik ve güzellik gibi ahlaki ilkelere değil, hedonist ve pragmatist endişeleri olan bir varlığa dönüştürmektedir.
Z Kuşağı’nın her ne kadar apolitik olduğu söylense de durum çokta göründüğü gibi değildir. Bu kuşakta olan gençlerin; 1970’ler Türkiye’si gibi iki kutuplu bir dünyada yaşamadıkları, 1990’larda ideolojilerin hâkim olduğu dönemde hayatlarını sürdürmedikleri gerçeği ile beraber bugünün popülist, hedonist ve teknolojik dünyasında da ideolojik ve politik bir tavır sergilemeleri mümkün değildir. Zira İslamcı/solcu/milliyetçi kesimin dahi küreselleştiği ve sekülerleştiği bir dönemde bu gençlerden ideolojik hassasiyet taşımalarını beklemek beyhude bir arzudur.
İdeolojilerin değil; satın almaların, heveslerin, modanın, teknolojik araçların insanı kimlikleştirdiği ve sınıfsallaştırdığı bir çağda yaşıyoruz. Bu kuşağın da bundan bağımsız ve etkilenmemiş olması mümkün olmamakla birlikte bu küresel değişimin ana faktör taşıyıcıları olmuş durumdadırlar.
Mevcut gençliğin fikirsel anlamda yoksunluğu teknolojik tahakküm ile birlikte onları, kendi heveslerini ilah edinenlerin manipülasyonuna açık bir saha haline getirmiştir. Gençlere mutluluğun kullandıkları telefon modelleri, izledikleri dizi ve az çaba ile çok para kazanabilecekleri bir toplumda yaşamakla mümkün olacağı medyatik olarak dikte edilmektedir. Dolaysıyla genç kuşak bu yönde politize edilmektedir.
Genç nesil, inanç ve gelenek açısından hayatın merkezinden kopartılmış ve post-modern dünyanın karanlık dehlizlerinde bir hakikat arayışı içinde çaresizliğe terk edilmiştir. Bu çaresizliğin en büyük nedeni; kendi varlık gayesine, ailesine, çevresine ve son olarak da kendisinde tezahür eden yabancılaşmadır.
Kuşağın haz odaklı yaşam sonrası manevi dünyasında açtığı yaraların ancak maddi ihtiyaçlar ile karşılanabileceği ve sarılabileceği anlayışı empoze edilmeye çalışılmaktadır. Bu propaganda ve dayatmalar neticesinde gerek bu kuşak gençler gerekse de toplumun diğer tüm kesimlerinde “mutluluğun” ancak batı merkezli bir yaşam ile mümkün olduğu anlayışı oluşmaktadır. Özellikle gençlerin mutlu olma adına batılı bir yaşam formuna sarılması gençlerin kendi medeniyet dairesine yabancılaşmalarının önünü açmaktadır.
Kapital tahakküm gençlerin arzularına en iyi cevap verebilen sistem olarak sunulmuş fakat arzuların acaba genç neslin kendi arzuları mı ve yahut ona dayatılan arzular mı olduğu gibi yaratılış felsefesine cevap veren sorular karşısında edilgen bir konuma hapsedilmiştir.
Kuşağın bu yabancılaşma ve manevi boşluk içerisinde olması, onu mutsuzluk ile beraber öfkelere de duçar etmektedir. Kendi hastalığının teşhisini koymakta güçlük çeken kuşak, aradığı mutluluğu ve ideal hayatı kendi varlık gayesine uygun yaşamakta aramamakta ve yaşadığı nevrotik ve sosyo-külterel krizleri derinleştirmektedir.
Gençlerle hiçbir hiyerarşi olmaksızın arkadaşça ve sıcak kurulan ilişkiler bu gençleri içerisinde bulunan kimlik bunalımı ve manevi boşluktan kurtarabilir. Kuşak, para ile alınıp satılamayan ve materyalist öğretilerin dışında olan kardeşliğe, ilgiye ve hiçbir karşılık beklemeksizin iyiliğe muhtaçtır.
Kuşağın içerisinde bulunduğu bu manevi boşluk ve kimlik bunalımı, farklılaşma arzusu içerisine olan genci popülist ve medeniyet değerlerimizden uzak olan yapay kültürlere mahkum etmektedir. İnsan olarak değer görme ve sevgi açlığı çeken, farklı olma arzusunu tatmin etmek isteyen genç kendisini bir anda farklı kültürün pençesinde bulmaktadır. Bunun neticesinde ise kendi içinde yaşamış olduğu kimlik krizi derinleşerek onu bir çıkmaza sürüklemektedir.
Bu noktada mümin topluluğun davetçi kimliklerini hatırlaması gerekir. Davet ve tebliğ çalışmaları ile küresel dünyanın cazibesinde ahiretini heba eden gence cennetin yollarını göstermeli ona gerçek mutluluğun kaynağını anlatmalıdır.
Üstad Bediüzzaman’ın “Zaman bendedir, mekan bende…” dediği zaman ve mekanın üstünde kendi değerlerine yaslanarak geleceğe yürüyen bir gençlik tahayyülümüzü muhafaza etme ehemmiyeti her geçen gün artmalıdır.
Bizleri İslam çağına taşıyacak gençlerin ümidi ve duasıyla…