Söz&Kalem-Abdulhakim Çiftçi
Uzun yaşayan insanın daha avantajlı bir ömür yaşadığı sanılır. Fakat İbn Sina’nın deyimiyle hayatın genişliği, uzunluğundan daha önemlidir. Dolu dolu geçirilmiş bir saat günlere hatta belki aylara bedel olur. Orhan Veli’yi, Ömer Seyfettin’i, Cahit Sıtkı’yı, Oğuz Atay’ı, Sabahattin Ali’yi buna örnek göstermek pekâlâ mümkün olabilir. İsmet Özel’in, “ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.” dizesi, bu insanlara eğer yaşasaydılar hiç cazip gelmezdi. Çünkü onlar zaten genç öldüler ve kısacık hayatlarına dünyayı sığdırmayı başardılar.
Denilir ki; 9. yy’da hünerlerini hayatlarının erken döneminde gösterenlerden 27 yaşındaki genç Biruni, 18 yaşındaki İbn Sina ile “ Yıldızların arasında başka bir güneş sistemi daha var mı? Yoksa kâinatta yalnız mıyız? Ve ya ışığın sürati mütenahi midir yoksa namütenahi midir? Yani ölçülebilir mi? Ölçülemez mi?’’ Soruları üzerine bir hayli mektuplaşır. Bu, onların zamansal ve mekânsal olarak bizden epey ileride olduklarını ve yakın zamanın en iyi zaman olduğu yanılgısını gösterir .
Öte yandan hünerlerini hayatlarının son demlerine bırakan usta isimler de mevcut. Örneğin Mimar Sinan bütün eserlerini 54 yaşından sonra yaptı. Fuat Sezgin 60 yaşından sonra eser vermeye başladı. Buradan başlamak suretiyle hikmetin yaşa bağlı olmadığını ve zamanın insanı her zaman olgunlaştırmadığı kanısına varmak mümkün. Daha da ileriye gidersek çok okumanın da hikmet ve basireti getirmediğine ulaşılabilir. Hikmet Nazif Zorlu’nun ilkokul mezunu olduğunu kimse tahmin edemezdi mesela.
Demek ki ilim ve irfanın zamansal ve mekânsal değişkenlere bağlı olmadığını, bize bahşedilen bir olgu olduğunu kabul etmek gerekir. Hz. İbrahim’in, ‘’Rabbim bana hikmet ver ve beni salihler arasına kat’’ duası bunun bir göstergesidir. İlim sahibi olmayı irfan sahibi olmaya yeğlemek ancak İbrahim’i (a.s) olana yüz çeviren ve dalalette olan kimsenin huyudur. Çünkü insan kendisine verilen nefes sayısını tüketirken, hakikati pespaye olana değişirse zillete mahkum olur. Bize öğretilen tarih algısı başkaları tarafından çizildi ve bize dikte edildi.
Öğrendiğimiz o taş devri ile başlayıp yeni çağ ile biten tarih şeridi, bu güne kadar geçen zamanı ve tarihi göstermiyor. Eğer yazıyı Sümerler bulduysa peki Sümerlerden çok önce yaşayan peygamberlere verilen suhuflar neydi? Demek ki pozitivist bakış açısıyla oluşturulan kronolojik tarih algısı sadece bir yanılgıdan ibaret. Yontma taş devri, cilalı taş devri, tunç devri gibi tarih öncesi devirler şayet ilkel devirler ise o dönemde üretilen bilgi değeri yüksek aletler neydi? Demek ki zamansal olarak insanın sürekli geliştiği kanısı tartışılabilir bir vaziyet arz ediyor.
Bize dayatılan her olgu bizi olduğumuzdan farklı kılmak için maddeci bir anlayışla bizde dikte edildi. Tarih, hep güçlüler tarafından dayatıldı ve hep güçlü olan tarafa doğru yontuldu. İnsanın yeryüzündeki serüveni başladığı andan beri süregelen burjuvazi anlayış tarihin sıfır noktasına kadarda devam edecek. Bunu alt üst edecek tek bir olgu var, oda zaman.
İçinde bulunduğumuz ve zaman olarak nitelediğimiz süre herkesi aynı oranda eşitliyor ve herkese aynı tarifeyi uyguluyor. Geçen her dakika bütün insanları aynı anda eskitiyor ve çürütüyor. Bütün sosyal sınıfları ve bütün unvanları aynı oranda bir sonraki safhaya taşıyor. Gerektiği zaman kısaltılması veya uzatılması mümkün olmasa da bazen insan için zamanın uzadığı ya da kısaldığı olabiliyor. Söz gelimi hasta olan insan için zaman geçmek bilmez ama mutlu bir an insan için çabucak geçiveriyor. Bir başka açıdan bakılacak olursa hasta için geçmediğini sandığımız zaman, uzun süre hastalıklar yaşayan insanlar için de aslında çabucak geçiyor; çünkü zaman kesinlikle izafi. Bu izafilik, açıklanması zor olsa da bunu tecrübe eden insanlar var ve bu onlar için bir velinimettir.
İmam Gazali’ye atfedilen ‘’Allah’tan zaman içinde zaman istedim’’ sözü bunu kanıtlar nitelikte. Bütün insanların belli bir zaman aralığında yaşayıp öleceği gerçeğini de ele aldığımızda mesele daha anlaşılır oluyor. Yeryüzünde hiç bir insan yokken dünya vardı ve yeryüzündeki bütün insanlar ölünce de dünya var olmaya devam edecek. Çünkü “İnsan Suresi’nde” de anlatıldığı gibi, insan henüz anılmaya değerli bir varlık değilken üzerinden epey bir zaman geçti. Bu, insanlığın ne derece aciz olduğunu ve ne derece küçücük olduğunu da kanıtlıyor.
İbn-i Arabi, insanın bu zerrecikliğini, “ Denizden bir bardak su al. Bu su sensin. Sonra bu bardağı tekrar denize dök. Şimdi o denizde ara bul kendini “ sözleriyle dile getiriyor. Zamanın ve mekanın insan için ne ifade ettiği ve ne kadar dar bir aralıkta cereyan ettiği tam olarak anlaşılabilirse, işte o zaman insan çağın ötesine ya da berisine dokunabilir. İnsan sonsuz bir geleceğin yolcusu iken zamanın ve hayatın onu kendisine bağlanmasına müsaade etmemelidir.
Her insana verilen yaşam süresine hayat deniyor. Hayat, hay kökünden geliyor. Eğer insan aklı, kalbi ve ruhu diri yaşamışsa hayat yaşamış oluyor Yoksa sadece süre tüketmiş olur. Ömür ise imar kökünden geliyor. Eğer insan dünyasını ve ahiretini imar ederek yaşamışsa, mamur etmişse o takdirde ömür yaşamış oluyor. Yoksa sadece süre tüketmiş olur.
Zamanı algılamak için güzel bir örnek olan Kar satıcısı hikayesini İbn Cevzi, El Mudhiş adlı kitabında şöyle aktarıyor: “Bağdat’ta yaz sıcağında kışın mağarada kalan buzları alıp satan bir adam, ‘sermayesi eriyip giden şu garibana merhamet edin’ diye bağırırken, Cüneyd-i Bağdadi’nin: ‘Eyvah ömrüm de bu buz gibi eriyip gidiyor’ dediğini naklediyor. Mevlana, aynı şekilde tıpkı buz satıcısı gibi ‘’en büyük sermayemiz zamandır’’ diyor. Fahrettin Râzî , Tefsir-i Kebir’de Asr süresini tefsir ederken, buz satıcısı örneği ile tefsir ediyor. Hayatını imanla, salih amelle, hak ve hakikatle, sabır ve direnişle geçirenler ancak ve ancak kurtuluşa erebilir diye tanımlıyor. Kurtuluşun sadece salih amel üzere sabit kalma ile mümkün olacağını defaatle zikrediyor.