Sö&KaleFerhat Aydın
Kâinat doğası gereği durağan olmayan, dinamik ve sürekli hareket halinde olan bir tabiata sahiptir. Kâinatın bir parçası olan insanı da normal olarak durağan bir yapıda görmemek gerekir. Sadece insan değil, insanın kurduğu her sistem, ürettiği her icat yenilenmeye ve gelişmeye kapanıp durduğu anda yıkılmaya ve yok olmaya mahkûm olur. Adeta bir “Sünnetullah” gibidir bu sistem. Dinamizm, içinde bulunduğumuz evrenin en temel özelliğidir. Dinamik yapıyı kaybeden her medeniyet, statüko, ideoloji varlığını sonlandırır.
İnsana insanca yaşamayı, insan kalmayı her daim hatırlatmak bir zorunluluktur bu dünyada. Dinamizmin olduğu bir evrende, sürekli yenilenme ihtiyacı duyulan bu sır diyarında her şeyin sabit kalması düşünülemez değil mi? Çünkü aksi olsaydı sürekli içimizden bir uyarıcı ve müjdeleyici göndermezdi Allah. Dolayısıyla buradan çıkaracağımız sonuç; insanın varlık serüveninin sürekliliği ancak kendisi olarak kalabilmesi ile mümkündür. Bu ise (artık peygamberlerin gelmeyeceğini düşünürsek) ancak bir “Eğitim sistemi” ile gerçekleşebilir.
“Eğitim” denildiğinde gözümüzün önüne sadece duvarları boyanmış sınıflar, müfredat cetvelleri ve diplomalar geliyor. Hâlbuki insan, kalıplara sığmayan bir cevherdir ve onun eğitimi de yalnızca sınavlardan, sınıflardan, sertifikalardan ibaret olamaz.
İnsan, ontolojik olarak okul sıralarında değil hayatın içerisinde yoğrulup dönüşmeye, eğitilmeye yatkındır. Bugün alternatif eğitim denince çoğu zaman akıllara çevrim içi kurslar ya da farklı pedagojik yaklaşımlar gelir. Oysa “alternatif” olan, aslında kadim olan, bize ait olan, unuttuğumuzdur: Meslek, zanaat ve sanatla terbiye olmak.
Modern Eğitim Ne Veremiyor?
Günümüz eğitim sistem ve materyalleri insanı adeta üretim bandında bir üretim nesnesi olarak görmektedir. Küçük yaştan itibaren okul sıralarına yıllar boyu girip çıkan "öğrencilerin" maruz kaldıkları şeyler; standartlaştırılmış müfredatlar ve teorik bilgi aktarımından ibaret. Ezberci, tek tipleştirici, sınav odaklı modeller; bireyin ruhunu ve merakını törpülüyor. Halbuki insanlık tarihi, öğrenmenin yalnızca sınıflarda değil, ustaların atölyelerinde, zanaatların tezgahlarında ve sanatçıların stüdyolarında şekillendiğini gösteriyor.
Modern okul kurumundan elde edilen tek şey; bir endüstriyel üretim nesnesine dönüşen insandır. Bu durum bireysel özgürleşmenin ve toplumsal dönüşümün önüne geçtiği için ontolojik yıkımla karşı karşıya kalmıştır tüm insanlık. Eğer eğitim, insanın fıtratına hitap etmiyorsa, onu sadece bilgiyle doldurur ama anlamla buluşturamaz. Bu da beraberinde tatminsizliği, kimlik krizini, yönsüzlüğü getirir. Tam da bu yüzden bazı gençler üniversite bitiriyor ama kendini hâlâ “boşlukta” hissediyor. Eğitim sonucunda mezun olanların büyük çoğunluğu mutsuz ayrılırken, hayatları boyunca mutluluk arzusunda koşuyor ve nihayetinde kişiliğini tamamlamayan, kimliksiz insan yığınları haline gelerek hayatları sonlanıyor. Ne yazık ki modern eğitim, insana insanca yaşamayı ve insan kalmayı öğretemiyor.
Ustadan Çırağa: Meslek, Zanaat ve Sanat
Eskiler “ustasız iş, ıssız diyar gibidir” derdi. Ne var ki biz, uzun süredir bu hakikati unutmuş gibiyiz. Bu silsile ile eğitim en az insanlık kadar antik bir yöntemdir. Babadan oğula, ustadan çırağa, hocadan talebeye, mürşitten müride, seleften halefe... Öğrenen, öğretenin deneyim ve bilgilerini aktarma yolu ile edinerek çift taraflı bir etkileşime girer. Öğrenilen tek şey bilgi ve deneyim değil, aynı zamanda hikmettir. Usta çırağa nasıl düşünülür, nasıl susulur, nasıl sabredilir; yani nasıl yaşanır, onu da gösterir. Bu, diploma veren bir kurum değil, hayatın kendisidir.
Modern eğitim sisteminin ürettiği teknik personelin aksine, usta-çırak geleneği kişiliği merkeze alır. Ustalık belgesi değil, ustalığı taşıyacak bir omurga inşa eder. Çıraklık sürecinde el kadar, dil de terbiye edilir. “Ustalık” bu yüzden sadece mesleki yeterlilik değil, ahlaki bir hâl olarak da tezahür eder. Çırak ustadan belki de binlerce yıla uzanan köklü meslek, zanaat ve sanat geleneğini edinerek gelecek nesillere ulaşmasını sağlar. Bu anlamda günümüzde meslek, zanaat ve sanat sahibi olmak aslında büyük bir geleneğin kolektif hafızasını sırtlamakla birlikte, daha da önemlisi geçmiş insanının ahlak ve erdem öğretilerini var etmeye vesile olur.
Alternatif bir eğitim olarak zanaat- sanat ile meslek sahibi olmak çağın en büyük getirdiği sıkıntılardan olan işsizlik (maddi) ve insansızlık problemlerine karşın bir manevi destek ile içerden insanı özgürleştirerek, dışarıda da toplumu dönüştürerek iki boyutlu bir çözüm sunma potansiyeli barındırmaktadır. Bugün diploma sahibi milyonlarca insanın işsiz olması ya da yaptığı işi sevmemesi tesadüf değildir. Mesleği olan çok, ama mesleğiyle bütünleşen insan azdır. Sebebi ise hem iç dünyamız hem dış dünyamız arasında denge sağlayacak bir eğitim metodumuz ve bunu öğretecek ustalarımız yok.
Zanaatin Terbiye Edici, Sanatın İnsanlaştırıcı Etkisi
Zanaat, sadece bir el işi değildir; aynı zamanda bir insan işidir. Çünkü zanaatkâr olmak, sabretmeyi öğrenmektir. Her çekiç darbesi bir karakter dersidir; her ölçü bir denge bilincidir. Sanatla iç içe geçmiş bir zanaat, insana sadece “iş” değil, “kişilik” de kazandırır. Merhametli bir terzi, sabırlı bir çömlekçi ya da dikkatli bir kuyumcu olabilmek için önce insan olmayı öğrenmek gerekir. İşte bu yüzden zanaat hem elin hem kalbin eğitimi demektir.
Bu eğitim biçimi teoriden çok pratiğe dayanır. Zihne değil, ruha nüfuz eder. Hatalar, deneme yanılma yoluyla öğrenilir; bilgi, ezberden değil tecrübeden doğar. Bu yönüyle zanaatkârlık, yalnızca ekonomik bir kazanç kapısı değil; aynı zamanda ahlaki bir mekteptir. Zanaat, insanı mesleğiyle barıştırarak yaptığı işin onun aynası olmasını sağlar.
Sanat ise zanaatın ötesine uzanır; estetik ve mana boyutunu da içine alır. Sanat, insanın iç dünyasını süzgeçten geçirir; sabrı, hassasiyeti, ritmi, ahengi öğretir. Hakikat arayışında olan insanın hakikate yakınlaşması için kullanılan bir yöntem olur. Bu yöntem zanaatın dışsal etkisinin aksine tamamıyla içsel bir süreçtir. Kişinin kendini keşif ve kendini gerçekleştirmesidir. Hakikat insanda bir sırdır, sanat ise bu sırrın insandan taşması ile hakikate temayül etmesidir. Bir mısra yazmak, bir nağme üretmek, bir motif işlemek, insanın kendini dışa vurmasıdır. Bu yönüyle sanat, yalnızca bir beceri değil, bir varoluş biçimidir.
Alternatif eğitim dediğimiz şey, insanı sadece "verimli birey" yapmakla yetinmeyip, kemâl sahibi bir kişi kılmayı amaçlamalıdır. Meslek, sanat ve zanaat bu noktada devreye girer ve insanı adeta kendine ayna tutmaya zorlar. "İnsan"ın en çok hatırlanması gereken bu zaman diliminde, tüm dinamik yapılara rağmen bozulmadan ve yozlaşmadan kurulacak bir medeniyette, toplum yapısının özelden genele olmazsa olmaz unsurları bu yapılardan üremektedir. Kurumsal bir kimlik kazanarak dünya da benzeri olmayan Âhilik ve Lonca teşkilatı gibi yapılar meslek, zanaat ve sanat türlerinin toplum içerisinde nasıl bir omurga görevi gördüğünün en bariz örnekleridir.
Nitekim ahlak, merhamet, sabır ve emek gibi en insani değerlerimizle seküler bataklığına batan bizler, bu gibi kurumlar vasıtasıyla tekrardan ihya edilebiliriz.
Selametle