Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
Giriş
Adalete yönelik güncel tabirler oldukça klasiktir. Bunlardan biri antik yunan filozofu Platon’a aittir. Platon, adaleti “her şeyin yerli yerinde olması” şeklinde tanımlar. Örneğin kulaklar ellerde ve gözler ayaklarda olursa, bu zulüm olur. Öyleyse, bir şehirde “şeyler” asli yerlerinden koparılmışsa, o şehirde adalet yok demektir. Platon’un tanımından hareketle İbn Rüşd ve İbn Bacce, adil bir toplumda iki kurumun olmayacağını vaaz eder. Bu kurumlar hastaneler ve mahkemelerdir. Çünkü adil bir toplumda insanlar bedenlerine zulmetmezler, her şeyi yerli yerince yer-içer; dolayısıyla hasta olmazlar. Keza mahkemelere de ihtiyaç duyulmaz çünkü insanlar, birbirine zulmetmez; haklarını teslim ederler. Bu anlayışa göre, bir yerde hakim ve doktorlar varsa orada haksızlık var demektir.
Biz elbette adaletin uzun uzadıya tüm tanımlarına değinmeyeceğiz, amacımız bu değildir. Bu makaleden maksat, “adalet” kavramını yapı-söküm yoluyla betimlenebilir duruma getirmek ve bu zeminden hareketle, adalet kavramının hukuki ve siyasi yansımasının ulaşılmazlığı ve muğlaklığını soruşturmaktır.
- Adaletin İki Niteliği
Adalet, herkes için istenen tek erdemdir. Örneğin, zulme uğrayan birisi, hem kendisi hem karşı taraf için adalet istemektedir. Çünkü “adalet istiyorum” ifadesi her iki tarafı kapsar: kendim için adalet istiyorum yani mağduriyetim giderilsin ve karşı taraf için adalet istiyorum, yani cezalandırılsın. Adaletin en ayırt edici özelliklerinden biridir bu. Ancak diğer erdemlere baktığımızda bu türden bir nitelik ile karşılaşmayız. Söz gelimi, cesareti kendin için isteyip korkaklığı düşmana dileyebilirsin. Keza kendin yalan söyleyip, dostundan dürüst olmasını bekleyebilirsin. Ancak adaleti daima hem kendimiz hem karşı taraf için isteriz. Bu, adaletin birinci özelliğidir.
İkincisi, “adalet” taklidi yapılamayan tek erdemdir. Adaletin taklit edilememesinin sebebi, onun herkes için istenmesidir. Bu bakımdan ikinci özellik, ilk özelliğin doğal bir sonucudur. Adaleti taklit etmek istediğinizde iki seçeneğiniz vardır: (1) ya adaleti her iki taraf için de istersin ki bu bizzat adalet olur, taklidi değil; (2) ya da adaleti sadece kendin için istersin ki bu da taklit edemediğin anlamına gelir. Çünkü adaleti karşı taraf için de istemezsen, zulüm anında karşı tarafa görünür hale gelir. Öyleyse, bundan başka seçenek yoksa, adalet gerçekten de taklit edilebilir bir şey değildir.
Tarih sahte ilahlar, yalancılar ve benzerleriyle doludur. Örneğin, cesaretin zıttı korkaklıktır ve bir insan korkak olduğu halde cesaretli gibi davranabilir. Ya da bilgeliğin zıttı cahilliktir ve bir insan, cahil olduğu halde bir bilge gibi davranabilir. Ancak adil olmak, taklidi muhal bir sıfat olmak durumundadır. Zira adaletin zıttı zulümdür; karanlık aydınlığı taklit edemeyeceği gibi, zulüm de adaleti taklit edemez. Dahası, bir insan zulme uğradığında, hissettiği şeyin adaletin zıttı olduğuna dair en ufak şüpheye düşmez. Bunu aklen idrak etmese de —yani matematiksel bir analiz yapmasa da— mutlak anlamda aklen ikna olur. Zira aklın ikna olması, yine aklın kendisiyle sınırlı değildir; bazen de akıl —adına ne derseniz deyin, kalp veya ruh— kendi dışında, yani irrasyonel hamleler ile de ikna edilebilir. Bilhassa adaleti hissetmek, bunun kanıtı sayılabilir.
Bu zeminden anlaşılacağı üzere, adaletin taklit edilemezliğine yönelik iddiamız, adaletin pratiğe yansımış haliyle sınırlıdır. Öyleyse biz, teori durumundaki adaletten —örneğin, bir insanın sadece sözlü olarak `ben adilim’ demesi— söz etmiyoruz. Bunu birazdan göreceğiz.
Adaletin niteliğine yönelik bu ifadelerimizi, aynı zamanda iki insan arasındaki adalete muhatap oluş durumu ile sınırlandırıyoruz. Çünkü adalet-zulüm karşıtlığında daima iki taraf vardır: eden ve edilen ya da zulmeden ve zulme uğrayan. Bu anlamda, edilen durumundaki insan, pratikte cesareti, bilgeliği ve cömertliği tanıyamayabilir. Bilhassa insan, bir diğer insanın cimri olduğu halde cömert gibi davranışını farketemeyebilir ancak adalet, insanın kalbine apaçık kılınmıştır ve nerede görülürse görülsün tanınacaktır. Zira zulüm, o kadar aşağılık ve sevimsiz; adalet ise o kadar yüce ve sevimlidir ki ikisinin birbirine karışma olasılığı yoktur.
Ancak yine de savımıza itirazlar yönelebilir. Söz gelimi, bir iktidar adil olmadığı halde, seçmenleri onun adil olduğunu düşünerek destekleyebilir. Ya da oğlu adil olmadığı halde bir anne, annelikten gelen merhametten dolayı oğlunu “adil” görme eğilimi gösterebilir. Öyleyse bu ve benzeri örnekler, adaletin “taklit edilebilir” bir şey olduğunu göstermeyecek midir? Bunun cevabı için “teorik adalet” ile “pratik adalet” ayrımını hatırlayalım.
Adalet, teorik düzeyde —yani sözlerde, vaatlerde, propagandada— bir ölçüde taklit edilebilir. Bir iktidar veya bir birey, kendisini adil gibi gösteren söylemler geliştirebilir; insanlar da bu söylemlere inanabilir. Ancak bu tür bir taklit, yalnızca adaletin imajı ile ilgilidir, adaletin kendisiyle değil. Gerçek adalet ise eylemde ortaya çıkar: İnsanlar adaleti karar verirken, cezalandırırken ve hak dağıtırken somut bir biçimde deneyimler. Bu pratik deneyim, teorik bir imajın ötesindedir; eylemde adalet ya vardır ya yoktur; sahte adalet mümkün değildir, çünkü eylem, doğrudan insanın hakkını ya gözetir ya da çiğner. Eğer bir iktidar adil değilse, halkın yaşamında bu adaletsizlik fiilen hissedilir; eylemin kendisi sahteliği ifşa eder. Bu yüzden adalet, teoride taklit edilebilir görünse de, eylem düzeyinde —yani hayatın gerçek ilişkileri içinde— taklit edilemez. Çünkü fiil, adaletin özünü açığa çıkarır, adalet ve zulüm uzaktan (teorik) tanınamayabilir, ancak onunla yüz yüze geldiğimizde (pratik) onu hissederiz ve sahtelik burada gizlenemez.
- Beşeri Yasalarda Adalet
Bu zeminden hareketle, beşeri yasalardaki “adalet” anlayışı muğlaktır çünkü adaletin kendisini değil taklidini yapmaktadırlar. Oysa adalet, ifade ettiğimiz üzere “taklit edilebilir” bir şey değildir. Bu yüzden adaletin doğasından kaynaklanan bir zorunluluk vesilesiyle bunu gerçekleştiremedikleri için, onların adalet diye bizlere sunduğu şey daima bir eksiklik, bir taklit ve hatta bir zulüm tadı vermektedir. Bu, gerçekten halk tarafından hissedilmekte ve anlaşılmaktadır çünkü dünyanın neresine gidersek gidelim, insanların “adalet” eylemi yaptıklarını, yani zulümden şikayetçi olduklarını göreceğiz. Kim adalet istemiyor ki? Halklar, iktidardan daima adalet talep etmekte ve dahası muhalifler iktidara geldiğinde, halk hala adalet talep etmeye devam etmektedir.
Peki, beşeri yasaların adaleti taklit etmekten öteye geçmesi, yani gerçekten ve bizzat adaletin kendisini verebilmeleri mümkün değil midir? Kanaatimizce, en azından felsefi bir ilke olarak bu mümkün değildir çünkü adalet, beşeri yasaların tanımlayamayacağı kadar yücedir. Böylece, beşeri yasalarda “adalet” ne tanımlanabilir (teorik) ne de verilebilir (pratik) bir şeydir. Bu zemindeki adalet, teorik açıdan “muğlak” ve pratik açıdan ise ulaşılmazdır. Belki retorik (ikna etme sanatı) yoluyla teorik olarak halk ikna edilebilir, ancak “eylem” bu hileyi gizinden sıyıracaktır.
Teorik açıdan “muğlak” olmasının nedeni şudur: hangi gerekçeye dayanarak “adalet x’tir” ve biz “x’i uygularsak adaletli oluruz” denilebilir? Bunun için ancak ve ancak her şeyin üzerinde aşkın bir güce ihtiyaç vardır. Bu aşkın gücün, ontolojik bir belirlenimi olup olmaması problem değildir; bizim esas vargımız, adaletin muğlaklıktan kurtarılması adına onun tanımlanması gerektiği ve beşeri hiçbir yasanın —doğalarından gelen bir eksilikten dolayı— bunu başaramadığı ve ancak bunun tesisi için aşkın bir güce ihtiyacın olduğudur. Bilhassa böyle bir yolun imkanı aranmazsa, halkların adalet talepleri insanlık var oldukça devam edecektir. Bu talepler, en nihayetinde pratiğin teori ile gizlenemeyeceği gerçeğini ortaya koyar.