Söz&Kalem Dergisi - Mustafa Gözel
Kapitalist ve tek kutuplu dünya düzeni, yeni nesil dijital platformlarda yayınladığı filmler ve dizilerde bireyselliği ve yalnızlığı yüceltirken aile ve akrabalık bağlarını da itibarsızlaştırmaktadır. Bu durumun toplumsal yapıyı ve geleneksel değerleri tehdit ettiği apaçık ortadadır. Dijital platformlardaki dizi ve filmlerde genellikle ana karakterler yalnız, bağımsız, güçlü bireyler olarak sunuluyor. Bu bireyler çoğu zaman ailelerinden uzak, kendi yollarını çizen, toplumsal normlardan kopmuş kişilerdir. Aile yapısı ya sorunlu ya da karakterine engel teşkil eden bir şekilde işleniyor. Bu da özellikle gençlerin üzerinde bilgi sahibi olmadan bireyselliği idealize eden ve toplum bağlarını zayıflatan bir etkiyle daha atomize –küçük parçalara ayrılmak- olmuş bireyler yaratıyor. Bu içerikler, bireyin kendi mutluluğunu merkeze almasını savunurken; fedakârlık, yardımlaşma, birlikte başarma gibi kavramları geri plana itiyor. Oysaki İslam kültürünün temelinde güçlü aile bağları, akrabalık ilişkileri ve kolektif yaşam kültürü yer alır.
Avrupa’da 80’li ve 90’lı yıllardan itibaren yayınlanan diziler ve filmlerde bireysellik ve yalnızlık temalı filmler ön plana çıkmaktadır. Birçok dizi ve film, "sisteme karşı tek başına mücadele eden" kahraman karakterlere, tek gözlü bir odada yalnız bireylerin yaşamlarına odaklanıyor. Basit bir yiyecek siparişi reklamında bile aileye değil, bireye yönelik mesajlar verilmektedir. Örneğin reklamlarda artık “ailecek sofrada buluşmak” değil, “tek başına keyif yapmak” vurgulanıyor. “Kendini şımart”, “sadece senin için”, “kendine bir iyilik yap” gibi sloganlar bireyselliği teşvik eden ve tüketimi kişisel bir ödül haline getiren mesajlarla dolu. Bu tür içerikler, bireyin duygusal tatminini ön plana alırken toplumsal ve ailevi bağlarını görmezden geliyor. Bu noktada reklamların sadece ürünü tanıtmaktan çok daha fazlasını yaptığı, kültürel kodların yeniden şekillendirildiği unutulmamalı. Diğer reklamlara da baktığımızda yine buna benzer bir politika yürütüldüğünü görebiliriz.
Kapitalist sistemin bireyselliği teşvik etmesi sadece kültürel değil, ekonomik çıkarlarla da doğrudan ilişkilidir. 2+1 ve 1+1 evlerin yaygınlaşması, yalnızlaşan bireylerin sayısının artmasıyla paralel bir şekilde gelişiyor. Kapitalist çevreler bu değişimi “konfor” ya da “kişisel özgürlük” gibi kavramlarla süsleyerek pazarlıyor. Ancak arka planda, bir ürünün tek bir aileye değil, o ailenin her bir ferdine ayrı ayrı satılabileceği bir sistem hedefleniyor. Bu da tüketimin katlanarak artması anlamına geliyor. Sonuçta bireyler hem maddi hem de manevi olarak yalnızlaşıyor; çünkü toplumsal yaşamın getirdiği dayanışma, yardımlaşma, tasarruf gibi değerler yerini bireysel harcamalara ve tüketim baskısına bırakıyor.
Eskiden bir evde iki nesil birlikte yaşarken şimdi üç birey için üç ayrı ev, üç ayrı yaşam alanı ve üç kat fazla tüketim söz konusu. Bu sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal yapının da çözülmesine de zemin hazırlıyor. Bu bağlamda, medya ve mimari tercihler bile bireyselleşmeyi teşvik eden bir düzenin parçası haline geliyor. Dolayısıyla bu süreci sadece mimari veya konut ihtiyacı üzerinden değil, daha geniş bir sistemsel dönüşümün sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Kapitalist sistem birbirinden uzak, birbirinin sorun ve sıkıntılarından habersiz bireyseller ordusu oluşturmuş oluyor. Böyle bir orduyu kontrol altına almak daha da kolay olacaktır.
*
Yüce dinimiz İslam’da toplumla iç içe yaşamak, dinin temel prensiplerinden biridir. İnsan, yaratılışı gereği sosyal bir varlıktır ve İslam bu yapıyı güçlendirecek şekilde bireyleri cemiyetle bağ kurmaya, yardımlaşmaya, dayanışmaya ve birbirine karşı sorumluluk sahibi olmaya teşvik eder. Bireyin sadece kendinden sorumlu olduğu bir anlayış yerine, toplumun bir parçası olarak diğer insanlarla ilgilenmesi, onlara karşı merhametli, adil ve dürüst olması gerektiği öğretilir. İslam bireye hitap ettiği gibi topluma da hitap eden bir dindir. Dinin yaşanması ve hayata geçirilmesi için toplumu olmazsa olmaz bir unsur olarak kabul eder.
‘’İçinizde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.’’ (Âl-i İmrân/104)
Ayet-i Kerimede de anlaşıldığı üzere İslam, davet misyonunu bireyin kendisine yüklemiyor, aksine topluma yüklüyor. Dolayısıyla davet misyonu farzdır ve bunu hayata geçirebilecek bir mekanizmanın geliştirilmesi de toplumun sorumluluğundadır. Bu sorumluluğa muhatap olan her bir bireyin de toplumla iç içe yaşaması ve toplumun bir parçası haline gelmesi gerekmektedir. İslam’ı benimsemiş, içselleştirmiş ve onu bir dünya görüşü olarak kabul etmiş her birey aynı zamanda İslam’ın birer davetçisi konumundadır. Kuran-ı Kerim’deki bütün kıssaların döngüsüne baktığımızda hep bu çerçevede ilerlediğini görürüz.
Ashab-ı Karye kıssasında ‘şehrin en ücra köşesinden koşup gelen adam’ örneğinde bizlere bir ders niteliğindedir. Kendisi hastalığı sebebiyle yıllarca şehrin dışında, insanlardan izole bir şekilde yaşamak durumunda kalmıştı. Şehre gelen peygamberler (veya havariler) vesilesiyle iman etmiş ve bu haliyle şehir halkına gidip açıktan tebliğde bulunmuştur:
‘’Bu elçilere uyun, bakın onlar sizden bu işe karşılık bir dünyalık istemiyorlar ve kendileri de doğru yolu tutmuşlar.’’ (Yasin/21)
Söz konusu kişi, hastalığı nedeniyle toplumdan uzak, belki de gözden çıkarılmış bir hayat sürerken, imanın kalpteki coşkusuyla adeta yeniden doğmuş ve hiç vakit kaybetmeden halkına hakikati ulaştırmak için harekete geçmiştir.
*
Travmatik ve cinnet olayların yaşandığı, sahte ve yapmacık davranışların arttığı toplumlarda İslam davetçileri de yalnızlaşma ve bireyselleşme evresine geçmektedir. İslam’ın kendisine biçtiği karakteri ile toplumun karakteri arasında dağlar kadar fark olduğunu anladığında toplumla adaptasyon sorunu yaşamaya başlamaktadır. Toplumla bir araya geldiği zaman da İslam’ı anlatmak ve ona davet etmek de elbette çok güç bir hale gelmektedir. İnsanların gündemi ile kendi gündeminin uyuşmadığını, onların öncelikleri ile kendi önceliklerinin çakıştığını, bütün herkesin ticaret konuştuğu veya dünyalık meseleleri konuştuğunu fark ettiğinde İslam’ı anlatması ve bunu gündeme getirmesi tuhaf karşılanacağı endişesiyle erteleniyor. Toplumun gündeminde İslam veya İslami hassasiyet olmadığında gündemi davetçinin belirlemesi epey bir zor bir hale geliyor.
Bu noktada Aliya İzzetbegoviç’in meşhur veciz sözü çok anlamlıdır:
“İslam korkakların değil, cesur ve atılgan Müslümanların omuzlarında yükselecektir.”
*
Allah’a emanet olun, kalın sağlıcakla…