Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
Dijital şiddetin etkisini anlamak, insanın fıtratına doğru bir iz sürmeyi gerektirir. Zira insan; pençesizdir, kalın bir derisi, güçlü çenesi ve büyük dişleri yoktur, zayıftır… Ama buna rağmen hayatta kalmayı başarmıştır. Nasıl mı? Bir arada durarak… Kendi zayıflığını, akılla düzenlenmiş kalabalığın kudretiyle örterek… Ve bu doğal yaşam arzusu zamanla iç dünyasına işlemiş, psikolojisine kazınmış; artık bir ihtiyaçtan öte, bir varoluş sebebine dönüşmüştür. Bu noktadan sonra insan, artık yalnızlıktan korkar hale gelmiştir.
Zira yalnızlık, yalnızca mekânsal bir ayrılık değil; insan ruhunu ezen, içini çökerten bir kimsesizlik hissidir. Çünkü insan, tanınmak ister; bilinsin, fark edilsin ister. Aristoteles, insanın doğasında bulunan bu gerçeği asırlar önce şöyle tanımlamıştı: “İnsan, toplumsal bir hayvandır.” (Zoon Politikon). Schopenhauer ise daha karanlık bir pencereden bakıyor ve şöyle vaaz ediyordu: “Ayaktakımının hepsi sosyal insanlardır. Çünkü sosyallik, insan sevgisinden değil, yalnızlık korkusundan doğar.” Toplumsal olmanın övülmesi ve yalnızlığın yerilmesi filozoflara sınırlı değildir. Şairler ve peygamberler de aynı hakikate dikkat çekmiştir.
Ali Şeriati Mektuplarında: "Ruhum üzgün. Kalabalıklar içinde yalnızlık ve gurbet hissi yaşıyorum." diyordu. Benzer olarak, Hallacı Mansur ise "cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir” ifadeleriyle insan doğasındaki bu gerçeğe işaret ediyordu. Hz. Muhammed’in Tirmizî’de geçen sözü, bu hakikati deklare eder: “Şeytan, yalnız olanla beraberdir.”
Kur’an, insanın birbirini tanıması için milletlere ve kabilelere ayrıldığını söyler. (Hucurât, 13) Zira tanışmak, tanınmak demektir; bilinmek, görünmek demektir. Çoğu ayetin sonunda geçen “Şüphesiz ki Allah, kullarından haberdardır, görüp gözetendir” (Fâtır, 31) ifadesi, bu yalnızlık korkusuna ilahi bir teselli gibidir: “Yalnız değilsiniz, size şah damarımızdan daha yakınım.” Dahası, bir Hadîs-i Kudsi’de Allah, “Ben gizli bir hazineydim; bilinmek istedim ve insanı yarattım.” Buyurarak, bilinmenin önemine vurgu yapar. İşte, yaratılışın özünde bile “bilinmek arzusu” vardır. İnsanın bir eşe, bir dosta, bir aileye, bir gruba, bir millete ait olmak istemesi; dahası, bu aidiyetlerle övünmesi, bu yüzden mutluluğu çoğunlukla kalabalıklarda araması boşuna değildir.
Toplum içindeki bireyin davranış bilimi olan Sosyal Psikoloji, bu durumu bilimsel bir gerçek olarak ilan ederken; hayat, onu her gün yeniden ispat eder. Buna karşılık, bireyin bu yapılardan koparılması; aileden, memleketten, dosttan uzaklaştırılması, insanı deruni bir çöküşe sürükler. Şarkılar, türküler, şiirler ve destanların çoğunda yalnızlık, dışlanmışlık, eş ve çocuk sevgisi ve memleket hasreti teması işlenmiştir. İşte, insan doğasında bulunan zayıflıklardan birisi de budur: kabul edilme isteği ve yalnızlık korkusu.
Ve ne yazık ki, insanın doğasındaki bu zaafı en iyi bilenler, çoğu zaman insanın dostu değil, düşmanı olmuştur. Tarih boyunca çıkar grupları, bu zafiyeti fırsata çevirmiştir.
İslam’ın ilk zamanlarını düşünün: Mekkeli müşrikler zorbalık, haksızlık, hırsızlık ve işkence ile hiçbir Müslümanı dininden dönmeye ikna edemeyeceğini anlayınca, üç yıl sürecek bir boykot uyguladılar. Buna göre, Müslümanlarla tüm ilişkiler kesilecek; kız almak, kız vermek ve ticaret yapmak yasaklanacaktı. Deyim yerindeyse, işkence ile yapamadıklarını, yalnızlaştırma politikası ile nihayete ulaştırılacaklardı.
Sürgün Cezası Örneği
Düşünün, köklerinden koparılan bir insan, yabancı diyarlarda yalnızlığa mahkûm edilir. Bu bir cezadır ama sadece bedene değil, ruha yönelmiş bir cezadır. Ya da en eski cezalandırma yöntemlerinden biri olan hapishaneler, var olmaya, bilinmeye, fark edilmeye ve hissedilmeye karşı demir parmaklıklarla çevrili; içeride insanın kalbine örülen bir yalnızlık zindanıdır. Yunan tapınak kültleri ve Hıristiyanlıkta görülen “Aforoz” cezası, bir diğer örnek… Bir dini topluluktan dışlanmak, yalnızca ritüellerden değil, bir inanç ailesinden kovulmaktır. Çünkü aforoz cezasını uygulayanlar da insan fıtratındaki bu zaafı biliyordu.
İnsan bu, eksikti ve bilinmek istiyordu. Modern psikoloji bu ihtiyacı “histrionik kişilik” olarak etiketlemiştir. Bir zamanlar sürgün edilen bedenler, bugün dijital linçlerle ruhen yalnızlığa sürülür. Bir zamanlar aforoz edilen (dini topluluktan dışlama) insanlar, bugün siyasi veya dini görüşleri üzerinden yok sayılır, bir tweet üzerinden kimliksizleştirilir. Bir zamanlar “boykot” edilen gruplar, şimdi takipçi kaybetmekle tehdit edilmektedir. Bu çağda linç, yalnızca bir kalabalığın saldırısı değil; aynı zamanda bireyin aidiyet bağlarının sistematik olarak koparılmasıdır.
İşte biz, tam da bu noktada, bu zeminden hareketle şu vargıyı ortaya koyuyoruz: insanın bu temel arzusu –yani tanınma, ait olma, değer görme arzusu– modern çağın en büyük manipülasyon araçlarına veya dijital şiddetin kodlarından birine dönüşmüştür. Bugünün dünyasında insanlar artık yalnızca fiziki olarak değil, dijital olarak da “bir aradalık” peşindedir. Sosyal medyada bir “beğeni”, bir “yorum”, bir “retweet” ya da bir “takip”, bireyin varlığını “doğrulayan” dijital tanıklıklardır. Bir kişi ne kadar görünürse, o kadar “var” hisseder kendini.
İnsanın bu doğal zaafından yola çıkan güç odakları, yüksek bütçeli dijital kampanyalarla büyük kitlelere ulaşmakta; ardından bu kitleleri, kendi görüşlerine muhalif bireyleri itibarsızlaştırarak yalnızlaştırmak için birer “dijital militan” gibi kullanmaktadır. Bu durum zamanla “linç kültürü”ne evrilmiş; bireyler, sırf farklı düşündükleri için kalabalıkların hedefi haline gelmiştir. Ve bu hedef göstermeler çoğu zaman “elemanın gericilik şaka mı?”, “adamın tipi yobazlık kokuyor.”, “lavuğun tipi bağırttı”, “Yallah Arabistan’a”, “fotoğrafın kokusu var” ve “engelleyin gitsin çöl faresini” gibi aşağılayıcı ifadelerle popülerleşmiştir.
Sosyal medyanın beylik sözleridir artık bunlar. Bu mecranın kendine ait bir dili ve iletişim şekli vardır ve bu dili çok iyi bilen çıkar çevreleri, linç piyasası oluşturmuş ve istedikleri kişileri bu piyasada harcamaktadırlar. Oysa tüm bu saldırgan söylemlerin ardında, düşünceye tahammülsüz bir “tek sesli toplum” arzusu yatmaktadır: Ya bizdensin ya da dışlanacaksın! İnsanın doğasına yöneltilmiş bir tehdittir bu. Örneğin, “aç mısın, o halde seni “yiyecek” ile tehdit ederim” ya da “bilinmek mi istiyorsun, o halde seni “yalnızlık” ile tehdit ederim.”
Bu yüzden sosyal medya, yalnızca bir paylaşım mecrası değil, aynı zamanda bir savaş alanıdır. Düşünceler, kimlikler, inançlar bu alanda çarpışır. Aykırı fikirler, daima “yalnızlık” ile cezalandırılır.
Her şeyin hızla tükendiği bu çağda, bu tehdidin farkında olan insanlar, bir adım öne geçebilmek için kendi değerlerini bile çiğnemekten çekinmez hâle gelmiştir. Birey, çoğu zaman içinde bulunduğu akımın neyi temsil ettiğini bilmeden, yalnız kalmamak için o akımın peşine takılır. Takip edilmek, desteklenmek, görünmek… Bunlar, bireyin içindeki “varlık” hissini beslerken; aslında onu habis ideolojilere mahkum ederek içten içe çürütür. Zira dijital şiddetin kodları burada gizlidir: Görünmek isteyen insana, yok edilme korkusunu silah olarak doğrultan bir çağın yabancısı olmak rolü biçilmiştir. O halde şu ilahi söz, bu açmazı açabilir:
Ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar (Maide-54). Ey Peygamber, sana da, iman sahiplerinden sana uyanlara da Allah yeter. (Enfal-64)