Söz&Kalem Dergisi - Merve Şimşek
Modernizmin pozitivist, ilerlemeci ve akılcı anlayışına tepki olarak ortaya çıkan; bilgiye, gerçekliğe ve otoriteye karşı sürekli şüpheyle yaklaşan postmodernizm, 20. yüzyılın ortalarından günümüze değin etkisini sürdürmektedir. Mutlak doğruların varlığından ziyade sübjektifliği önceleyen, bulanık zihinlerle tek bir doğruya erişilemeyeceğini salık veren, uyaran yoğunluğuna maruz bırakarak gerçeklik algısını kıran bu akım; ‘belirsizlik ve şüphecilik’ kurdunu aramıza salmaktadır. Muhtemeldir ki bu çağın kurbanları olarak bizler de bu kurdun kapanına sıkışmışızdır. Sıkışmakla kalmayıp bu bedeli ruh halimizle de ödüyoruzdur. Özellikle modern(!) toplumlarda da en yaygın görülen ruhsal hastalıklar arasında yer alan Kaygı Bozukluklarının yetişkin bireylerde %13-28, çocuklarda ise %8-18 oranında olması bu iddianın kanıtı sayılabilir.
Günlük yaşantımızın bir parçası haline gelen aşırı ve sürekli endişe, korku veya gerginlik hissiyle karakterize edilen duygulanım durumunun kontrol edilememesi, bir davranış ve uyum problemi olarak ‘Kaygı(anksiyete) bozuklukları’ adıyla mevcut literatürde yer alır. Rutinlerimizi yaşanılmaz düzeye getirme potansiyeline sahip kaygı, sürekli bir huzursuzluk, rahatsız edici bir endişe veya nedensiz/belirsiz korku şeklinde günlük yaşantımıza nüfuz etmektedir. Elbette, kişi kontrol edilmesi zor, gelecekle ilgili belirsizlikler veya potansiyel tehditlere karşı bu duygulanımı kontrol edemeyecek düzeye geldiğinde ve başa çıkamadığında bu durum bozukluk olarak tanılanabilir. Panik atak, panik bozukluk, sosyal fobi veya yaygın kaygı bozukluğu gibi sıkça duyduğumuz bu rahatsızlıklar da bahsettiğimiz kategoriye dahildir.
Aşırı düzeyde endişeli bekleyiş, kuruntuları denetleyememe ve birçok farklı durumla ilgili aynı anda çeşitli kaygılar duymak gibi temel belirtileri olan kaygı ile ilişkilendirilmiş bozukluklar şu soruyu zihinsel muhasebeden geçirmeyi gerekli kılıyor: “Üzerinde sınırlı kontrol kapasitesine sahip olduğumuz ve yegane karar verici olmadığımız çoğu gündelik durum karşısında kaygıyla, endişeyle ve kaynağı olmayan anksiyetele bekleyiş haline mahkum olduğumuzu düşünmek hangi aklın kârı?
Çağlar ötesi bir mefhum olan endişe, salt 21.yy’a özgü değil elbette. “Ben Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!”1 diyen İbrahim (as) hanımını çölün ortasında yalnız bırakırken ve Nuh (as) oğlunu geride bıraktığında ona “Haydi yavrum gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerle beraber olma!”2 derken elbette endişe duymuşlardı. Kuran’ı Kerim’in bize misal olarak sunduğu bu iki peygamber Rablerine kalb-i selîm ile yönelmişlerdi3.
Belirsiz durumlara tahammülsüzlük göstererek belirsizliği yenebileceğini düşünen her birey, kaygılı bir zihinsel devinimle aynı kısır döngüye mağlup olduğunu fark etmeli. Postmodern dünyanın başat ilkelerinden olan muğlaklığa savaş açmak yerine bizler, teslimiyeti kuşanarak yaşamın belirli safhalarında ‘esnek’ kalabilmeliyiz. Katı karar mekanizmalarını devreye koyarak kontrolümüz dışındaki kaderimize hükmetmeye ve kendi irademizle her detaya yön vermeye kalkışarak haşa ilahlık tasladığımızı fark etmeliyiz.
Mülkün gerçek sahibinin Allah olduğu ve dilediğine verip dilediğinden aldığını4 benimsemekte güçlük yaşayan insan, her belirsizliği kendi çabasıyla ve kendi iradesiyle netleştirmeye çalışmaktan, olabildiğince çok kaygılanarak meseleyi çözeceğini düşünmekten teslimiyete ve kalb-i selîm sahibi olmak için çabalamaya zaman bulamıyordur zaten!
Hülasa, ‘elimden gelen her şeyi yaptım önümde hiçbir mazeret yok’ tarzı cümleler yani gerçekleştirmeyi arzuladığımız isteklerimize dair yargılar hayatımızda yegane karar vericinin 'BİZ' olduğumuza bizi ikna etmiş durumda. Çünkü kaygı düzeyini yönetemeyen ve antidepresanlara maruz kalmayı maharet sayan günümüz insanı, endişe dehlizinde kaybolduğunu fark edemiyor.
Anksiyeteyi tetikleyen unsurların başında gelen kişisel gelişim piyasasının kof sloganları da ‘aklımıza koyduğumuz her şeyi başarma’ gücüne sahip olduğumuzu düşündürtmekte ihmal edilemeyecek bir paya sahip. Nasıl olsa kişisel gelişim safsatasının piyasaya sürdüğü sloganvari cümlelerin modası güncelliğini koruyor sayılır. Popülaritesi, havası sönük balon gibi sönmüş olsa da 'istediğini başarırsın, önünde hiçbir engel yok’ taifesi sanırım günümüz insanının ve bizlerin de kanına işlemiş! İnsanın beşer haliyle her seferden sonra zafer umması ve muvaffakiyeti kendisine bahşedilmek zorunda olunan bir haslet olarak görmesi, mutlak bir başarıyı zaten hakkettiğine dair algısını pekiştirmektedir. Haliyle, harcanan çaba ve emek doğrultusunda orantılı olarak daima başarıya eriştiren bir sonuç beklemek de istediği her şeyi başarma konusunda insanı müthiş bir maymun iştahlılığa sevk ediyor.
Hasılıkelam, biz de diyoruz ki nefsin bu olağanüstü isteme direncine yegane derman İslam’ın belirlediği hakiki mutlak şiarlarıdır; belirsizliğin teslimiyet zırhıyla bilediği herhangi bir kaygı ve endişe artık nefsi emmareyi terbiye etmeye adaydır.
- “...Ben Âlemlerin Rabbi’ne teslîm oldum!” (Bakara, 131)
- “Derken gemi onları, dağlar gibi dalgalar arasında götürmeye başladı. Nûh, uzak duran oğluna, “Haydi yavrum gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.” (Hud, 42)
- “Kuşkusuz İbrâhim Nûh’un yolunu izleyenlerdendi. O, tertemiz bir kalple rabbine yönelmişti.” (Sâffât, 83-84)
- De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.” (Al-i İmran, 26)