Söz&Kalem Dergisi - M. Furkan Aslan
Her şeyin sonuna eren celâli, her gayeyi aşan keremi ile dileriz ki; Rabbimiz, üzerimize hidayet nurlarını saçsın. Sapıklık ve eğrilik karanlıklarını üzerimizden alsın. Bizi hakkı hak olarak görüp ona uymayı ve tabi olmayı seçenlerden, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan kaçınmayı ve sakınmayı tercih edenlerden kılsın. Enbiyâ ve evliyâsına vadettiği cismani ve ruhani mutluluğa bizi de erdirsin. Gurur diyarından göç ettiğimizde; anlayış basamaklarının, onun yüceliklerinin altında kaldığı, vehim oklarının hedeflerinin, onun zirvelerine ulaşamadığı, nimet, sevinç ve mesruriyete bizi de ulaştırsın. Yine Allah’ın salât ve selâmı, beşerin en hayırlısı olan Muhammed Mustafa (s.a.v)’in üzerine olsun. Ve O'nun (s.a.v), hidâyetin anahtarları, karanlığın kandilleri olan seçkin ashabının ve ehl-i beytinin üzerine olsun.
İslam felsefesi, İslam dinine mensup bireylerce gerçekleştirilen felsefe etkinliğidir. Bazı düşünürlerin tanımına göre, İslam toprakları üzerinde gelişen her türlü felsefi ekol ve akıma da İslam felsefesi denilebilir. Nitekim İslam medeniyetinin hakim olduğu beldelerde gelişen ve çeşitlenen bir bilim dalını, yine o bölgede hakim olan dini inanç ile anmak pek tabidir. Bir ucu Bağdat, diğer ucu Kurtuba’ya dayanan ve her iki uç bölge dışında, Maverannehir’den, Mezopotamya’ya devasa bir alanı kapsayan İslam medeniyetinin bu narin ürünü, semeresini tüm dünyaya yaymıştır.
Sayısız bilgin, farklı dillerde yazılmış emsalsiz eserler, külliyatlar; birbirinden orjinal onlarca akım, grup ve çeşitli fikirler yine bu medeniyetin bir yansıması olmuştur. Elbette ki İslam felsefesi üzerine Doğu’dan, Batı’ya yüzyıllardır süregelen araştırmalar, halen güncelliğini koruyor. Örneğin, aradan takribi bin yıl geçmesine rağmen halen İbni Sina’nın (980-1037) el-İşarat’ı üzerine tahkikler yapılmaya devam ediyor. Yine aradan 800 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İbni Bacce’nin (1095-1138) metinleri şerh ediliyor ve yine 400 yılı geride bırakmasına rağmen Molla Sadra’nın (1570-1641) ‘’Hikmet-i Müealiye’’ kuramı, tazeliğini koruyor, üzerine akademik çalışmalar yapılıyor ve farklı dillere tercüme edilmeye devam ediyor. Bizde bu yazımızda Molla Sadra’nın İslam felsefesine kazandırdığı ‘’Hikmet-i Müealiye’’ sentezini izah etmeye çalışacağız.
Sadruddin Muhammed bin İbrahim bin Kavami Şirazi, Sadrü’l Hukema, Sadrü’l Müteellihin veya en bilindik adıyla Molla Sadra; 1570 yılında Şiraz’da doğdu. Klasik alimlerin çoğunda olduğu gibi kendisi de ilk eğitimini alim kişiliği ile bilinen babasından aldı. Yirmili yaşlara kadar babasının riyasetinde ilim tahsil eden Molla Sadra, babasının vefatı üzerine İsfehan’a gitti. Burada dönemin önde gelen isimlerinin gözetiminde akli ve nakli ilimler okudu. Fıkıh, Kelam ve Kur’an ilimlerinin yanı sıra sıklıkla İbn’ul Arabi, İbni Sina ve Sühreverdi okudu. Felsefi ve akl-i ilimleri olan düşkünlüğünden ötürü bazı ders arkadaşlar ve hocaları ile anlaşmazlıklar yaşadı. Akabinde eski bir yerleşim olan Kaheka köyüne yerleşmiş burada yaklaşık on beş yıllık inziva hayatı yaşamıştır. Bu dönemde kendini çoğu dünyevi lezzet ve istekten ayırarak, ibadet ve riyazet ile meşgul olmuş, vaktinin çoğunun nefis tezkiyesi ile geçirmiştir. Bu dönemin sonunda ise eser telif etmeye başlamıştır. (Bu adet, çoğu klasik alimde bulunan müstesna bir hâldir. Kendilerini manevi olarak arındırmadan, insanlar için nasihat ve tavsiye mahiyetinde olacak kitaplar yazmazlardı. Nebevi metodu ilke edinip işe ilk önce kendi nefislerinden başlarlardı. İmam Gazzali, İmam Nevevi, İmam Rabbani, Üstad Bediüzzaman’da gibi alimler de bu sınıftandır.)
Hikmet-i Mütealiye, yani aşkın hikmet. Felsefe tarihinin en belirgin üç ekolu olan İbni Sina’nın Meşaai, İbn’ul Arabi’nin Ekberi ve Sühreverdi’nin İşraki akımının bir sentezi olarak bilinmektedir. Bu farklı ve çok çeşitli teori salt eklektisizm olarak değil, geleneksel hakikatlerin bir arada toplanıp yepyeni bir yoruma dayalı olduğunu gösteren bir okuldur. Nitekim benzer öğretiler, ancak gerçek anlamda bir yenileyici tarafından harmanlanabilir. Müteal hikmet fikri ile gelenekte zıt gibi görünen görüşlerin aslında hikmetin cüzleri olduğu ve bir araya getirilmesi ile daha engin bir hikmetin ortaya çıkışı hedeflenmiştir.
Molla Sadra, bu kavramı ilk kez şah eseri olan ‘’el-Hikmetu’l Mütealiye fi'l-Esfaru'l Akliyyetu'l Erba'a’’ isimli eserinde kullanmıştır. Bu eser, Molla Sadra’nın tüm fikirlerini özetler mahiyettedir. Müellif, inziva döneminde ele aldığı bu eserde, felsefi ve irfani fikirlerini başlıca şu dört başlığın altında ele almıştır: a) Yaratılanlardan Hakk'a sefer, b) Hakk'la Hakk'da sefer c) Hakk'dan yaratılanlara Hakk'la sefer d) Hakk'la yaratılanlar arasında sefer. Molla Sadra’ya göre hikmet-i müteal, yani aşkın/engin hikmeti elde etmek için kişinin manevi olarak bu dört seferi yaşaması gerekmektedir.
Birinci sefer, salikin insan, toplum ve yaratılan her şeyden yani masivadan sıyrılıp Allah’a doğru bir yolcuğa açılması demektir. Bu ilk seferde en temel problem ‘varlık’ anlayışıdır. Hikmet-i mütealiye anlayışında varlık, onun asil oluşudur. Molla Sadra, ‘asalet’ kelimesi ile yegâne hakikat olmayı, kendinde var olmayı/bir sebebe bağlı olmadan var olmayı ve zihnî olmamayı kastetmektedir. Sistemde ikincil kılınan ‘mahiyet’ ise genelde bu sıfatların aksini yüklenmektedir. Hikmet-i mütealiye sisteminde varlık, tek bir hakikattir. Dinamik bir tabiata sahiptir ve kendi mahiyetini açığa vurur. Saf varlık dışındaki her varlık, sahip olduğu varlık derecesine göre varlık ve mahiyet karışımı görünümündedir. Yine Molla Sadra’nın geliştirdiği ‘Asalet-i vücut’ kavramı da varlık anlayışı ile direk ilişkilidir. Asalet-i vücut, varlığın asıl olması anlamına gelmektedir.
İkinci sefer, tasavvufi bir tabirle ‘’Allah’tan yine O’na doğru yolculuk’’ anlamına gelmektedir. Bu bölümde alem-i misalin (ruhlar âlemi ile cisim âlemi -âlem-i şahadet- arasındaki geçiş âlemi diye tarif edilmiştir) varlığı ispat edilmeye çalışılmıştır. Üçüncü sefer, birincisine tekabül eden, fakat aksi yönde olan yani Allah’tan evrene doğru inen, fakat ilk iki yolculuğun feyizlerini taşıdığı için artık Allah ile beraber gerçekleşen bir seferdir. Bu bölümde Allah’ın varlığı, sıfatları ve zâtı gibi konulardan bahsedilmektedir. Son olarak dördüncü seferde müellif tarafından kâinatta Allah ile beraber yapıldığı belirtilmiştir. Bundan ötürü dördüncü bölümün konusu insan ve insanın uhrevi geleceğidir. Bu bölümün ana teması, haşir ve ölümdeki sonra ki hayatın içeriği ile ilgilidir.
İlimleri tasnif etmesi; ontoloji de asalet-i vücut, hareket-i cevher ve vahdet-i vücut kavramlarına yeniden sistemli bir tarzda izah etmesi; epistemoloji de bilgi-zihin ilişkisi ile form-ruh bağlantısını tespit etmesi; psikoloji de nefs, beden, ruh, hareket ve davranış konularına açıklaması; Nübüvvet, ahiret, haşir gibi konuları felsefi, kelami ve tasavvufi anlamda yeniden tanımlaması ve bunları yaparken ciddi bir sistem filozofu mahiyetinde yapması, Molla Sadra ve Hikmet-i Müealiye akımına ciddi bir önem atfetmektedir.
Özgün bir felsefi sistem geliştirmesine rağmen Molla Sadra’nın İslam dünyasında ve genel felsefe tarihinde ki etkisi, İbni Sina, İbni Rüşd veya İbni Bacce kadar olmamıştır. Bunun en temel nedeni Molla Sadra’nın döneminde İslam düşüncesi gelişim evresini kaybetmişti. Ayrıca aynı dönemde Batı’da, İbni Rüşd felsefesinin yerini Kartezyen felsefe almıştı.
Tüm bu olumsuzluklar ile birlikte kendi döneminde Muhsin Kaşşani, el-Lahici gibi birkaç filozof hayatını müteal hikmetin anlaşılmasına ve geliştirilmesine adamıştır.
20. Yy’ın başlarında ise Batı’da Max Horten ile Henri Corbin Doğu’da ise S. Hüseyin Nasr ile Fazlurrahman Molla Sadra ve onun felsefi sistemi olan hikmet-i müteali’yi ciddi şekilde araştırmışlar ve bu konuda kapsamlı eserler yazmışlardır. Günümüzde Latimah-Parvin, Zailan Moris ve İbrahim Kalın’ın da Molla Sadra üzerine yazılmış derinlikli yazıları, akademik çalışmaları ve makaleleri bulunmaktadır. Mantık, felsefe ve tasavvuf ile ilgili eserlerinin ciddi bir kısmı Türkçe, Farsça, İngilizce ve Fransızcaya çevrilmiştir.
Molla Sadra’nın Türkçeye kazandırılan muhtelif eserlerinden derlediğimiz birkaç mâna dolu sözü ile yazımızı tamamlayalım:
- Hakiki kulak, kalbin marifetine aşina olandır; atmosferdeki titreşimleri duyan işitme kanalları değildir. Her kalp, marifetin canlılığıyla ve Hakk'ın kelamını işiterek canlı kalır. Cehaletin yokluğuyla yok olan kalplerin hali hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sen ölülere işittiremezsin ve onlar da davete kulak asmazlar”
- Nefsin cehaleti onun ölümüdür.
- Abd ile ma'bûd arasındaki perde ne gök ne yer, ne kara ne denizdir. Perde, ancak ya cehâlet ve kusur veya şehvet, gazap ve hevâdır.
- Âlemde olan hiçbir şey yoktur ki aslı; ilâhî bir hakikate dayanmasın ve içinde Rabbânî bir sır olmasın.
- Her insanın iblisi, hevâya uyduğu ve vesvesecisinin yoluna gittiği, inkârda direttiği ve dik kafalılık ve kibirlilik yaptığı zamanki nefsidir.
- Karanlık, nurun yokluğundan ibarettir.