Söz&Kalem Dergisi - M. Furkan Aslan
Yaratığı her şeyi ahenk ve estetikle yaratan, Ahsenü'l-Hâlikîn[1] olan Rabbimizin adıyla…
Sanat, insan tasavvurunun maddeye ve eşyaya bir anlam kazandırma çabasıdır. Tarihi, insanlık tarihi kadar geçmişe dayanır. Neolitik çağ da dâhil olmak üzere tüm çağlarda varlığın manası aranmıştır. Bu minvalde birçok sahada çalışmalar yapılmıştır. Bireyler ve toplumlar, felsefe, bilim, sanat vs. gibi birçok alanda kendi istidadlarına göre kazanımlar elde etmişlerdir. Bu açıdan sanat, özel bir düşünce stilinin dışavurumudur.
Kökeni Arapçadan gelen sanat, ‘Yapım, işçilik, hüner, beceri, imalat’ manalarına gelmektedir. Terim olarak sanat, “maddî veya zihnî bir iş ve çabada izlenen düzenli ve özel yol, yöntem”[2] diye tarif edilmiştir. İnsanın hiç durmaksızın iyiye ve güzele meyletmesi de sanatı oldukça geliştirmiştir. Sanat bizatihi varlığın kendisi değildir. Özgün bir biçimde var olması gereken şeydir. Özgün bir şekilde olması gerekir, çünkü özgünlük sanatın ilk şartıdır. Nitekim sanat var olandan, var olması gerekene geçiş sürecidir. Var olanı, olduğu gibi ele almak değildir.
Bir öğretiyi anlamada ve anlatmada, sembol ve motifler önemli bir yer tutmaktadır. Müslüman sanatkârlar, ilahi mükemmeliyetten ilham alarak sanatlarını icra etmişlerdir. Böylece sanatları, Rabbani estetiğin birer cilveleri olmuştur. Esma-ül Hüsna’nın, yani güzellikler içerisinde en güzel olan Rabbimizin isimlerini, sanat ve estetik aracılığıyla yansıtmışlardır. Sanatlarını, toplumları için birer tebliğ aracı olarak kullanmışlardır. Temaşa eden kimseler için tefekküre ve kalbi sürura vesile olmuştur.
İslam’ın sanat felsefesinin gayesi, sanattan salt haz alma üzerine kurulu değildir. Sanattan alınmak istenen netice, akl-ı selim ve kalb-i selimin tezahürü olan ‘zevk-i selim’ hissiyatını oluşturmaktır. Zevk-i selim hissiyatı, insanın aklını ve kalbini naif ve nezih istidadlar ile kuşatması demektir. Güzellikleri, meşru ve selim dairede yaşamaktır. Mücerred ruhlara, irfan-i sezgiler ve kavrayışlar vermeye çalışmaktır. Görünenin arkasındaki görünmeyi, hep değişenin ardındaki hiç değişmeyeni hissettirmeye gayret etmektir. Tolstoy’un, “Gıda almaktan amacın haz duymak olduğunu savunan insanlar, nasıl gıdanın anlam ve önemini kavrayamazlarsa, sanatın amacını haz olarak gören insanlar da sanatın anlam ve önemini kavrayamazlar’’ ifadesi, konumuzu özetlemektedir.
İslam sanatı, inanç ve yaşayış modelini doğruya, iyiye ve güzel olana sevk etmek için varlık göstermiştir. Bu sanat biçiminin İslam topraklarındaki yansımaları; Endülüs’ten Büyük Sahra’ya, Orta Asya’dan Mağrip Ülkelerine kadar kendini göstermiştir. Başta mimari eserler olmak üzere, hat, tehzip, musiki, minyatür, çini gibi birçok sanat eseri, irfan-i bir hassasiyet ile ele alınmıştır. İslam’ın kendine has duygu ve düşünceleri, ustalıkla işlenmiştir.
İslam’dan önce yeryüzünde bir hayli sanat ekolleri gelip geçmiş bulunmaktadır. Hitit, Antik Roma, Yunan, Mısır gibi medeniyetlerde sanat adına eserler verilmiştir. Fakat ekseriyetle bu eserler, insanın doğasına hitap etmekten uzak kalmıştır. Söz gelimi Antik Roma’da devletin teşvikiyle halkın nazarına sunulan en gözde sanat, gladyatörlerin düellosu idi. Gladyatörler, genellikle savaş esirleri ve kölelerden oluşturulan, Romalı insanları eğlendirmek, Roma halkını askerliğe, dövüşlere ve olası savaşlara hazırlamak amacı ile halkın seyirciliği refakatinde birbirleri veya vahşi hayvanlarla dövüşmek zorunda bırakılan insanlardı.[3] Bu sanat(!) festivalleri, imparator Trajan döneminde sadece bir yıl içerisinde on bin insanın ve on bir bin hayvanın ölümüne sebebiyet vermişti. Oldukça gayr-i insani olan bu tutum ve davranışların, ‘sanat’ tarihinde yer edinmesi oldukça manidardır. Keza Antik Yunan’daki ‘sanat’ anlayışı da bundan pek farklı değildi. Genellikle akıl ve fıtrat dışı mitolojik totemlerden oluşmaktaydı. Korku ve savaşlar üzerine kuruluydu.
Tüm bunlara Antik Mısır’ı da dahil edebiliriz. Piramitlerin yapılış aşamasında işlenen zulüm ve tuğyanları öğrendikçe sanat ile hiçbir ilişkisi olmadığını anlayabiliriz. 800 milyonu aşkın taş kütlesi, 980 millik yoldan köleler tarafından taşınır. Her bir piramidin inşasında yüzlerce köle taşlar altında ezilip can vermektedir. Hayatta kalanların bir kısmı da canlı halde Firavunların yanına gömülürlerdi. Çünkü gayr-i insani inanç ve öğretilerine göre, ruhları da bedenleri gibi köle olarak kullanılmalıydı. Bunların sanat ve estetik ile hiçbir ilgisi olmadığı pek açıktır.
İslam’ın sanat felsefesinde ise sanat ile hakikat arasında bir farklılık yoktur. Hiçbir evresinde sanat, hakikate feda edilmemiştir. Aksine sanata hakikat dürbününden bakılmış ve sanatsal ilerleme desteklenmiştir. İslam’ın eğitim kurumu olan medreselerde, sanat adına çalışmalar yapılmış, dersler verilmiştir. Bu anlayış, Peygamber döneminde de mevcuttu. Misalen sahabeden İmam Ali’nin, hat ve filografi sanatının öncüsü olması, bu sanatı başkalarına da öğretmeye çalışması ve bu ilim hakkında methedici ifadeler kullanması bu örneklerden biridir. Dahası, kimi İslam bilginlerine bakıldığında, âlim/ulema kimliklerinin yanında birer sanatkâr şahsiyetleri de bulunmaktadır.
İslam’ın her yönüyle önem verdiği ve dinin toplumsal temelleri arasında sayılan camiiler, İslam’ın sanat anlayışına en güzel örnektir. Camiiler, İslam’ın ve sanatın kesiştiği noktalardır. Mimari üslubun en naif şekli ile donatılan camiiler, minaresinden mihrabına kadar sanat anlayışı ile çevrilidir. İç mekânı tezyin eden kalem işi örnekleri, mükemmel çini işlemeleri, hüsnühat levhaları, cam boyama sanatı olan vitraylar, güneş ve ay ışıklarını ustalıkla iç mekâna yansıtma, manevi ve irfan-i sembollerin kullanımı gibi birçok sanatsal modeli sayabiliriz.
Modern çağda sanat, ekseriyetle Batı’nın sanatsal unsurları ile gelişim göstermektedir. Bu sanat anlayışı, materyalist bir zeminde ilerlemektedir. Bu öğretinin temeli, salt madde, haz, obje gibi nefse hitap eden etkenler ile sınırlıdır. Dahası bu bağlamda sanat, beşeri ideolojilerin savunuculuğunu ve kapitalist egemenliklerin aracılığı görevini üstlenmektedir. Metalaşan ve anlamını yitiren bir hal almaktadır. Küreselleşen hegemonyaların hizmetine girmekte, birey ve toplumun faydasına hizmet etmekten ziyade biçim ve tekniklerini seçkin sınıfların emellerine sunmaktadır.
Binaenaleyh İslam’ın sanat anlayışı ve felsefesi, kâdim İslam medeniyeti ve kültürünün parçasıdır. Bu kültür ve medeniyet, Kur’an’ı Kerim ve Peygamber efendimizin emirleri ışığında vücut bulmuştur. Bu emirler, her şartta birey ve toplumu, sanatın üç temel ekseni olan iyi, doğru ve güzele teşvik etmiştir. Tarih boyunca birey ve toplumları erdem, ahlak ve fazilete yöneltmiştir. Bunlarla paralel olan İslam sanatı da ebru, çini, hat, tehzib, minyatür, musiki vb. gibi sanat eserleriyle estetik ve zarafet ile iç içe olmuştur.
Akla, kalbe ve ruha aynı anda hitap etmiştir. “Sanat, sanat içindir’’ gibi sanatı toplumdan uzaklaştıran, tekelleştiren ve kutuplaştıran öğretilerin aksine, sanatı toplumun her ferdinde zevk-i selim hissiyatı meydana getirecek şekilde oluşturmuşladır. Peygamber efendimizin, “Allah elinden iş gelen sanatkâr mümin kulunu sever”[4] hadisi ile sanat sevdirilmiş, fazileti belirtilmiş ve bu işe eğilim duyan her fert teşvik edilmiştir.
DİPNOT:
İslam Sanat Felsefesini detaylı öğrenmek, araştırmak ve konu ile ilgili çalışmalar yapmak isteyenler, son dönem İslam düşünürlerinden olan, Roger Garaudy, Hüseyin Nasr, Frithjof Schuon (İsa Nureddin), René Guénon (Abdulvahit Yahya) ve Ali Şeriati’nin, sanat hakkındaki çalışmaları ile ilgili esaslı fikirlerinden istifade edebilirler.