O bir mühtedi; Zahid Barsamoğlu… Cildi zikirden yumuşamış. 93 yaşında ama yüzünde bir tane kırışıklık yok. Mütebessim bir çehre, ışıl ışıl aydınlık bir sima. Hafızası, dimağı saat gibi işliyor. Konuşması, edası, tavrı ile bir İstanbul beyefendisi. Zahid Barsamoğlu’nun hayatı duygulu bir hidayet öyküsü. Hakk’a öyle sağlam bir dönüş yaşamış ki Müslüman olduğu andan beri 60 yıllık hidayet hayatında tek bir vakit namaz borcu olmadığını ifade ediyor. Hikâye çok uzundur, bu zamana gelinceye kadar çok safhalar atlattık. Sizlere hulasa olarak anlatayım.
Malumu aliniz Hristiyan bir ailenin çocuğuyum. Memleketimiz Yozgat. 1914 hadiselerinden önce nifak başlamış. Silahlanmalar ve çete savaşları yaşanmaya başlıyor. Bu suça bulaşanlar şiddetle cezalandırılıyormuş. Fakat bazı beldeler böyle bir suça bulaşmasalar da aynı muameleye maruz kalmışlar. Babam ve annem masumlarmış. Sağ kalan Ermenileri Rus treni ile Tiflis’e kaçırmışlar, Gürcistan’ın payitahtına. Nihayet Türkiye’den af çıkınca babamlar köye geri dönüyorlar fakat bağ, bahçe, ev, bostan hiçbir şey kalmamış.
Gasp etmişler. Başka bir hadise olmadan biz yurdumuzdan ayrılalım demişler. Köyden köye geçerek babam yabani at bakıcılığı yani yılhicilik yapmış. 4 zeytin bir somun ekmek verirlermiş günlüğüne. Oradan oraya geçerek İstanbul’a gelmişler.
Babam Yıllarca 60 Kuruşa Taş Taşımış
İstanbul’da o zamanki dindaşlarımız ve kilise tarafından metruk evlere yerleştirilmişiz. Bir yorganımız varmış getirdiğimiz ve yorganın bir kenarına dikilmiş birkaç altın para. Köyden çıkarken ancak onu alabilmişler. Bir de bakır tenceremiz vardı ben onu yıllarca hatıra olarak sakladım. 3 kardeşiz hepimiz, burada doğmayız. Babam yıllarca inşaatlarda taş taşımış yevmiyesi 60 kuruşa.
1 litre süt de 60 kuruş. Bizi böyle büyütmüşler. Cenab-ı Hak besliyor onların vasıtasıyla tabi. O, hikmeti, varlığı yokluğu bana gösterecek ki benim gönlümü öldürsün. Dünya sevgisini silsin süpürsün. Hak ve hakikatte hissi yakîne erdirsin. Hepsinde ayrı hikmetler var. Her şey, zuhur ettiği zaman anlaşılmaz. Vakti saati geldiği zaman o zuhur ne maksatla olmuş o zaman anlaşılır.
Bazı dualarımızı Cenab-ı Hak kabul etmiyor zannederiz ya tehir eder ya da münasip görmediği için kabul etmez. Bizim yapacağımız sabırlı olmak, hayır dua etmek ve yolunda sabit durmaktır. Teslimiyet lazımdır.
Ben 1922 yılında Beşiktaş’ta yurt dışına gönderildikten sonra yıkılan Osmanlı padişahlarının saraylarının içindeki metruk binada altı toprak, bez çadırda doğmuşum. Vahdettin Efendi’nin son günlerinde 2 yaşındaymışım. İlkokulu Beşiktaş’ta okudum sonra okutamadılar çalışmaya başladım. Sanatkâr oldum. Fantezi kundura ustası oldum. Yanımda 4-5 işçi çalışırdı. Kız kardeşim Bonistra idi, yani kadın terzisi.
O zamanın ustaları hep ekalliyettendi, ecnebiydi. Müslümanlarda ince sanat hemen hemen yok gibiydi. Kaba çeşit vardı. Türkler İtalyanlardan, Rumlardan, Ermenilerden öğrendiler, sanatımız kıymetliydi, çabuk kalkındık. Ailemize katkıda bulunduk.
33 yaşındaydım. Kor döküldü kalbime, göynüme. İçimi ateş aldı. Müslüman oldum.
Kilisede orgun yanında ilahi okuyan korodaydım. Hatta bazen münferit vazife verirlerdi. Rulo halindeki metni cemaate tek başına okurdum. Hidayet nasip olduktan sonra dinimi senelerce gizli yaşadım. Hep evden dışarı kaçtım namazımı, niyazımı belli etmemek için.
Bir deri tüccarı vardı, kendime yakın hissettiğim. Ona açtım mevzuyu, beni o sıralarda Zeyrek Camii’ne, yeni gelmiş olan Mehmet Zahid Kotku Hazretlerine götürdüler. Müftülükten önce ilk şahidim onlar oldu.
O zamanlar bugün olduğu gibi Hristiyan, Türk birbirine kaynaşmış değil. Taassubî bir zihniyet hâkimdi. Kim ki kendi dininden irtidat ederse kilise protesto eder, cemaatin sana düşman olurdu.
Sonraları duyulunca kilise papazları dükkânıma gelirler beni eski dinime iade etmek için çalışırlardı. Ben de hakikati bildiğim kadarıyla anlatırdım. Derdim ki “Siz dini İslam’ı hor görmeyin. Ancak tatbik edenlerin haline bakıp aldanmayın. Suyu membaından için. Hazreti Kur’an’dan, Sünneti Seniyye’den ve güzel örneklerden öğrenin.” İnat ederlerdi.
Tatlı-acı bir dönemdi. Acı; geçmişin yaşantılarını nasıl ödeyeceğiz. Tatlı; dünyaya getiren Rabbim elhamdülillah İslam ile müşerref eyledi. Dalâletten kurtardı, necâta kavuşturdu. Etrafım düşman doluydu, ama ölüm bana çok tatlı gelir, hiç gözüme görünmezdi. Evden uzaklaşır, büyük camilere giderdim ki beni kimse tanımasın.
Babama “Senin oğlun camiye gidiyor” diyorlar. Kıyamet koptu, babam evlatlıktan tardetti. Annem daha yumuşak gönüllüydü. O da Müslüman oldu. İslam ile şereflendi. Ölümünde nur gibi bir çehre ile vefat etti.
Benim dükkânım Çarşıkapı’daydı. 60 yıldır aynı şekilde devam ediyor. Şimdi çocuklar idare ediyorlar. Bir öğle namazı için dükkândan çıktım. Camiye gireceğim sırada bir müşteri gördüm bir başka camiye yöneldim. Ezanı Muhammedî yakın. O camiye yaklaşınca başka bir tanıdık çıkıyor karşıma.
Nihayet camileri değiştire değiştire Cağaloğlu’na kadar gittim ama kan ter içinde kaldım. Cemaate yetişemeyeceğim diye korkuyorum. Cağaloğlu’ndaki camide son rekâta yetiştim elhamdülillah. Cenab-ı Allah böyle bir şevk, aşk veriyor, ölüm tatlı geliyor insana. Geceleri odama çekilir sabahlara kadar ağlar, sızlar, Rabbime yalvarır, ibadet ederdim.
Cenab-ı Hak bana teselli vermek için güzel güzel rüyalar gösterirdi. Bizim muhitimiz Ermenilerin muhitidir. Şimdi muhacirler geldi, Anadolu’dan gelenlerle karma oldu. O zaman sadece Ermeniler otururdu. Bir keresinde rüyamda yüzükoyun havada uçuyorum “Ey cemaat biliniz ki Dini İslâm Hak dindir, delâletten kurtulun” diye mahallenin üstüne nida ediyorum. Tek başına kaldığım için acaba yanılıyor muyum diye düşünceler olur Cenâb-ı Hak bana teyidi ilahi de bulunurdu.
O devirde yoktu. Olamaz gibiydi çünkü ırkdaşları onu düşman görür, alışveriş yapmazlar, selam vermezlerdi. Öldürmeye çalışırlardı. Nitekim öyle haller de yaşadık. Yolumu kestiler, dövmek istediler. Ben tek başımayım ama Rabbim cesaret verirdi. Kalabalıklardı ama Cenab-ı Hak onlara korku verdi, tek başına olduğum halde kaçtılar.
1962 yılına kadar böyle yaşadım. Annem vefat ettikten sonra zaten babam ve abimle irtibatım kalmamış. Kız kardeşime de hidayet nasip oldu. Bir gün dükkânıma “Seyahat dolayısıyla kapalıdır” yazıp Hacca gittim.
49 yaşına kadar muhitimden gizli yaşantımdan dolayı evlenemedim. Hastalığında anneme hizmet ettim. Onun vefatından sonra evlilik nasip oldu. Bayezid Camii İmamı merhum Abdurrahman Gürses Hocaefendi evime gelerek nikâhımı kıydı. Cenab-ı Hak 4 erkek 2 kız evlad verdi. 4 tanesini hafız yapmak nasip oldu. Diğer birisi yarım hafız diğeri de İmam Hatip Lisesi mezunu oldu. Oğlum Mustafa Koca Mustafa Paşa’da imam şimdi. Bir gün akrabalarımdan biri yolumu kesti “Sen nasıl bize ihanet edersin?” deyip beni dövmeye kalktı. Onu altıma aldım bir taraftan da “Ben hakikati buldum size ne zararım var” diyorum.
O sırada alt taraftan ellerini yüzüme geçirdi, tırnaklarıyla yüzüm perde perde oldu, kan revan içinde evime döndüm. Yüzümü temizliyorum ama kanlar yine akıyor.
Selman-ı Farisi’yi örnek aldım kendime. O, Acem diyarından Medine’ye ateşperestliği, Hristiyanlığı terk edip gelmiş bir garip idi. Ben de Türkiye’de bir garip idim. Selman-ı Farisi de dövüldü, kovuldu, evlatlıktan tardedildi. O Medine’de selamete erişti bu fakir de İstanbul’da.
Rabbime, “İbadetlerimi hâlisâne yapabilmem için aklımdan fikrimden noksanlık verme Ya Rabbi” diye yalvarıyorum. “Namazımın şevkini benden esirgeme” diye niyaz ediyorum. Elhamdülillah Rabbim riyadan muhafaza buyursun 33 yaşında Müslüman olduğumdan beri tek bir vakit namaz borcum yoktur.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, sayı: 348