Söz&Kalem Dergisi - Hamza Tetik
Gazze, direnişin ve dirilişin sembolü. Tonlarca bombaya rağmen teslimiyetin somut hali. İhlâsın en berrak zuhur etmiş şekli. Ne akıl bu manzarayı kuşatabilir, ne de ruh o çığlığı kelimelere sığdırabilir. Sahi, onlardaki ruh bizdeki ruh değil midir? Aynı özden yaratılmış, aynı nefha-i ilahî ile dirilmiş, aynı toprağın kokusunu ciğerine çekmiş bir varlık değil miyiz? O hâlde, neden bir taraf göğe yükselen yakarışlarla dirilirken, diğer taraf tüketim alışkanlıklarının uyuşturucu sisinde ruhunu kaybetmektedir?
İnsanoğlu, tarihin en trajik çelişkisini yaşıyor: ölümün kıyısında duranlar, hayatı en berrak şekilde idrak ediyor; hayatta olduğunu sananlar ise ölümün en koyu uykusunda geziyor. Gazze’nin çocukları, her an ölümün gölgesiyle büyürken, bizler ekranların soğuk ışığında trajediyi seyreden seyirciler olmaktan öteye geçemiyoruz. Bir tarafta ölümle sınanan bir sabır, diğer tarafta hayatla çürüyen bir ruh.
Gazze yalnızca coğrafi bir mekân değildir; o, ruhun sınavı, imanın mihenk taşıdır. Her bomba, yalnızca bir binayı değil, aynı zamanda Batı’nın vicdanını, Doğu’nun gafletini ve dünyanın çürümüş ahlâkını yerle bir etmektedir. Her yıkılan ev, insanlığın içindeki sessizliği haykırır. Ve işte bu sessizlik, Gazze’nin ruhunu anlamaktan bizi en çok alıkoyan perdedir. Çünkü biz, acıyı matematiksel verilerle ölçmeye alıştık; onlar ise acıyı şükürle karşılamaya.
Burada asıl mesele ölümler değil; asıl mesele ruhların ölmüşlüğüdür. Çocuğunu enkazdan çıkaran bir annenin gözlerindeki teslimiyet, psikolojinin hiçbir teorisiyle açıklanamaz. Çünkü bu teslimiyet, insanın kendi varlığını aşarak Allah’a dokunduğu en saf andır. İhlâs işte tam da bu noktada bir insanın ruhunu sonsuzluğun eşiğine taşır. İhlâs, en yalın hâliyle, insanın ruhunu ateşe atıp yanarken dahi secdeye kapanmasıdır.
Felsefe bize der ki: insan varoluşunu anlamlandırmak için acıyla karşılaşmak zorundadır. Gazze’nin felsefesi budur: acının zirvesi, anlamın doruğu olur. Her çığlık, “varım” demektir; her şehadet, “hakikat buradadır” diye haykırır. Modern dünyanın ürettiği sahte mutlulukların, yapay tatminlerin, tüketim bağımlılıklarının çözüldüğü yer işte burasıdır. Çünkü Gazze’de insan, çıplak gerçeğiyle, sahici hâliyle, hakikatin kendisiyle baş başa kalır.
Gazze, yalnızca taş ve topraktan ibaret değildir; Gazze bir aynadır. O aynaya bakan herkes, kendi ruhunun çıplak hâlini görür. Kiminin yüzüne utanç çarpar, kiminin gözünden yaş akar, kiminin içi buz kesilir. Gazze’nin aynası, aslında insanlığın vicdanıdır. Ve ne acıdır ki bu ayna, milyonlarca insanın yüzünü göstermekten çoktan yorulmuştur.
Gazze’nin ruhunu anlamak, ölümü hayat kadar sıradan kabul eden o çocukların gözlerine bakmayı gerektirir. O gözlerde korku yoktur; orada yalnızca teslimiyet, yalnızca direniş, yalnızca bir ilahî sır vardır. Belki de bizim ruhlarımızın en büyük trajedisi, bu bakışı kaybetmiş olmamızdır. Çünkü biz
ölümden kaçarken hayatı da kaybettik. Onlar ise ölümü kucaklayarak hayata dirildiler.
Ve sormalıyız: bizdeki ruh ile onlardaki ruh arasındaki fark nedir? Belki de fark, yalnızca niyettir. Onlar ruhlarını Allah’a bağladılar, biz ruhlarımızı dünya çıkarlarına zincirledik. Onlar ihlâsın en berrak örneği oldular, biz ise riyanın ve ikiyüzlülüğün karanlık kuyularında kaybolduk.
Sonunda şu hakikat kalır: Gazze, insanlık için son imtihanlardan biridir. O topraklarda verilen her şehadet, insanlığın vicdanına atılmış bir mühürdür. Ve bu mühür, kıyamet gününe kadar silinmeyecektir. Küllerin altından yükselen bu diriliş yankısı, ruhu hâlâ uyanmamış olanlara en ağır tokattır.