Söz&Kalem Dergisi - Merve Ödemiş
'Yabancı' romanında Meursault, annesinin ölümüne dair tek bir gözyaşı bile dökmez. Cenaze günü, “hava çok sıcaktı” diye not düşer sadece. Bugünün modern insanı gibi… Kafka’nın 'Dava'sında Josef K., sabah evinde tutuklandığında, ne nedenini sorgular ne de çevresinden bir destek arar; çünkü kimseyle gerçek bir bağı yoktur. Victor Hugo’nun 'Sefiller' indeki Jean Valjean, toplumun dışına itilmiş bir adam olarak, merhameti yalnızca bir piskoposun şefkatli dokunuşunda bulur. Tüm bu sahneler, modern dünyanın insanı nasıl kendi kabuğuna hapsettiğini, bireyselliği özgürlük zannederken aslında nasıl bir yalnızlığa sürüklediğini çarpıcı biçimde gösterir. Yakınlığın yerini mesafe, merhametin yerini hissizlik almıştır. İçimizde büyüyen o sessizlik, aslında kaybettiğimiz bir duygunun, bir çağın, bir insanlık biçiminin ağıtıdır. Modern insan, artık duygularını da yalnız yaşıyor, acılarını bile izole ediyor; çünkü bağ kurmak aslında yük almak, ortak olmak, yer açmak demek. Ve çağımız insanı buna hiç de istekli değil.
Modern bireyselleşme, yalnızca bir sosyolojik dönüşüm değil; ruhun ve ahlakın merkezini kaybettiği bir kırılmadır. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte insan, Tanrı’yı hayatından çıkararak özgürleştiğini düşündü; oysa bu yalnızca kutsalı, sonra geleneği, sonra aileyi, sonra dostluğu terk etmenin başlangıcıydı. “Kendin ol” mottosu, kulağa özgürlük gibi fısıldandı ama insanın içine çekildiği uçurum, artık kendinden başka kimseye yer bırakmayan bir benlik mezarına dönüştü. Bugün özgürlük, yalnızlığı yücelten bir put; bağımsızlık ise ilişkisizliğin estetik formudur.
Artık insan sadece kendi için yaşıyor. Başkasıyla bağ kurmak, sorumluluk almak anlamına geliyor; sorumluluk ise modern bireyin reddettiği ilk şey. Erdem Beyazıt’ın da dediği gibi
“Belli bir bozgun yaşamışız
Her şeye ölüm dadanmış sanki
Kadınlar ki anne olmamak için direniyorlar
Erkekler ki savaşmayı tümden unutmuşlar…”
Evet, herkes bir şekilde toplumdan, toplumdaki rolünden ve sorumluluğundan azledilme peşinde. Ebeveyn evinden erken kopuş, komşuluk ilişkilerinin zayıflaması, toplumsal hafızanın silikleşmesi ve bireyin algoritmalara emanet edilmiş kararları… Hepsi bir tür yalnızlık tiyatrosunun sahne arkasıdır. Kalabalıklar içinde kimse kimseye dokunmuyor. Sosyal medya parmak uçlarımızı birbirine değdiriyor ama kalplerimize asla erişmiyor. Ve bu yalnızlık hali, sadece sosyolojik bir boşluk değil; metafizik bir çöldür. İnsan, varoluşunu ancak ötekiyle tamamlar. Bir başkasının duasında yer bulamayan bir insan, kendini bile bulamaz. Fakat bugünün bireyi; sınır tanımayan, kimseye hesap vermeyen, sadece kendi iradesine sadık bir benlik oluşturma düşüncesinde. Oysa insan, insanla tamamdır. Çünkü kalp yalnızken değil, başkasının yükünü taşırken büyür.
Modern dünyanın ışık hızıyla yarışan haz duygusuna karşı İslam, insanı yalnızlığa terk etmez. Mümin, mümine karşı bir duvarın tuğlaları gibidir. Aradaki boşluk, duvarın çökmesine sebep olur. Kardeşlik, İslam’da bir seçenek değil; varoluşsal bir zorunluluktur. Ensar’ın hicret eden kardeşine yalnızca evini değil, yüreğini de açması bu yüzden bir erdem değil, bir ölçüdür. Kardeşlik, İslam toplumunun mayasıdır ve maya bozulduğunda, hamur ne kadar kabarsa da dağılır. Toplumların gelişimini ve çökmelerini inceleyen ünlü düşünürlerden biri olan İbn Haldun, toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın, bir toplumun güç ve sürekliliği için en önemli unsurlar olduğunu belirtir.
İbni Haldun’a göre toplumlar, yalnızca bireysel çabalarla değil, toplum üyelerinin birbirine kenetlenmiş dayanışma içinde olmalarıyla güçlenir. Bir toplumu inşa eden temel unsur, aralarındaki kardeşlik bağlarının ne kadar güçlü olduğudur. Onun “asabiyye” (toplumsal aidiyet ve dayanışma) kavramı, bir toplumun direncini ve gücünü tanımlar. Eğer bu kardeşlik bağları zayıflarsa, toplumda çözülmeler başlar. Bu hem maddi hem de manevi anlamda bir çöküştür.
İslam'daki kardeşlik, sadece bir duygusal bağlılık değil, aynı zamanda bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, Allah’ın buyruğuna uygun şekilde yaşayan, adaleti, hakkaniyeti, hoşgörüyü ve karşılıklı yardımlaşmayı esas alır. Kardeşlik, İslam’da bir arada yaşamanın ve insanlığın gücünü artırmanın temel yoludur. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) “Mümin, müminin kardeşidir” hadisi, bu sorumluluğun temel ilkelerinden biridir. Müslümanlar birbirlerinin acılarına duyarsız kalamaz; birinin başına bir felaket geldiğinde, tüm ümmetin sarsılması gerektiği öğretilir. İşte bu duygu, sosyal adaletin, insan haklarının ve eşitliğin İslam toplumlarında nasıl işlemesi gerektiğini anlatır.
İşte tam da bu sebeple, Roger Garaudy’ nin şu cümlesi yalnızca bir inanç beyanı değil, bir çağrıdır: “Müslüman için hayatın şifresi şudur: Siyasette hüküm Allah’ındır, ekonomide mülk Allah’ındır, kültürde söz Allah’ındır.” Bu söz, modern insanın bireysel tanrıcılığına karşı, tevhidi bir direniştir. Çünkü Allah’ın mutlak hakimiyetini kabul eden kişi, sadece kendi isteklerini merkeze alan bireyselliği reddeder. Kardeşliği, ahlâkı, adaleti ve merhameti merkezine alır. Bu kişi bireyin değil, ümmetin ferahı için yaşar.
Bugün kardeşliğe, geçmişin nostaljik bir değeri olarak değil; geleceği inşa edecek bir teminat olarak bakmalıyız. Çünkü çağımızın asıl krizi bilgi, ekonomi ya da teknoloji değil; insanın insana olan mesafesidir. Bu mesafeyi yalnızca selam kapatır, bir sofrada bölünen lokma, bir duada zikredilen isim, bir omuza yaslanan baş…
Modern çağın bireyi hâlâ güçlü olduğunu zannediyor. Oysa en güçlü olan, bir başkasını yüklenebilen, birlikte yürüyebilen, birlikte düşünebilen, dua edebilen ve bir başkasının duasında yer alabilen insandır. Çünkü bir başkasının yükünü taşıyamayan bir kalp, kendi yükünü de taşıyamaz.