Söz&Kalem Dergisi - Zeliha Gürceğiz
Tarih boyunca tanımlanmaya çalışılan, değişik yöntemlerle ulaşılmaya çalışılan, farklı kaynaklara bağlanan, insanlığın ortak hedefi; mutluluğa ulaşmak ve dünya hayatını huzurlu yaşamaktır. Peki, madem mutluluk tüm insanlığın ortak hedefi ise ona nasıl bir kaftan biçilmeli ve onu nasıl tanımlamalıyız?
Bu yazıda bu tartışmalara ışık tutacak iki isim üzerinde durulacak: Bediüzzaman Said Nursi (1877-1960) ve Bernard Russell (1872-1970). Aynı dönemde yaşamalarına rağmen iki farklı dünya ve düşünce sistemini temsil eden iki ilim adamı.
Üstad Nursi, yazdığı eserleri geniş kitlelere ulaştırmak maksadıyla mutluluğa stratejik bir önem verir ve eserlerinin muhtelif yerlerinde mutlulukla ilgili görüşlerini beyan eder. Bediüzzaman’ın mutluluk modelinin temelinde insanın mutlu olabilmesi için bir İlaha ihtiyaç duyduğu gerçeği yatar. Russell’ın mutluluk modelinde ise buna zıt olarak denklemde bir İlah’ın yeri yoktur ve kişi kendi kendine mutlu olmaya güç yetirebilendir. Bediüzzaman, insanı mutlu kılmak için önce insanı tanımak gerektiğini düşünür. Bu nedenle insanın sahip olduğu yetenekleri ve zaaflarını anlamaya önem vermektedir.
Bu noktada insana verilen en önemli nimetlerden birisi kalptir. Ona göre kalp, bir et parçası değil bütün latifeleri yöneten bir merkezdir. Kalp, kişinin Rabbine bağlanmasında görev görür. Bu denli önemli olan kalbin gıdası zikir ve duadır. Üstad’ın ifadesiyle “…Ve kalbi iyileştirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlahi ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.” Kalbini zikir ve dua ile işleten bir insan Rabb’i ile doğrudan doğruya görüşür. Bu sayede endişelerini def ederek saadete mazhar olur. Bu anlamda Kalb duygusu insanı Rabbi’ne bağladığı için büyük bir kıymete sahiptir.
Üstad Nursi’nin mutluluk modeli insanın fıtratına uygun yaşaması ile mümkündür. Bu noktada önemli olan bir diğer duygu da vicdandır. Vicdan, kişiyi kötüden alıkoyup iyiye yönlendiren, fıtrata uygun bir duygudur. Ve vicdan sadece sonsuzlukla tatmin olur. “Evet kim kendi uyanık vicdanını dinlerse, “Ebed,ebed!” sesini işitecektir.” İnsanın içinde ebediyeti bu denli isteyen, vicdanını kısa ve ucunda yokluk görülen dünyevi bir hayata sıkıştırmak ona ızdırap verir ve mutluluktan alıkoyar. Vicdanın sonsuzluk arzusunu sonsuz bir hayatta sonsuz bir saadet tatmin eder.Üstad’ın mutluluk modeli de genel manada bu çerçevede şekillenir. Sonsuz hayata, sonsuz İlah’a muhabbetle yönelmek mutluluğun anahtarıdır.
Russell’ın mutluluk modeli çoğunlukla onun hayat tecrübelerine dayanır ve kendi de ifade ettiği gibi evrensel bir model değildir. Örneğin hastalık, sakatlık, fakirlik gibi şartlar altında yaşayan insanlar bu modelde dikkate alınmamıştır. Üstad Nursi modeli ise umumidir ve herkesi kapsar. “Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola.” Russell’ın modeline göre mutluluk gayretle ulaşılabilen bir haldir bu durum “mutluluğu fethetmek” kavramıyla açıklanır. Ayrıca davranışlarını günah ve günah olmayanlar olarak ikiye ayıran insan mutlu olamaz çünkü insan için günahsızlık hali imkansızdır ve günahkar olma durumu da onun için küçük düşürücü ve mutsuz edici bir haldir. Din bu noktada kişiye vicdan azabı ve pişmanlık vererek onu rahatsız eder. Russell’ın bu duruma getirdiği çözüm çocuk eğitimini erdemden arındırmaktır. Aynı zamanda modele göre insanlar mutluluk araçlarını amaç haline getirdiği sürece saadeti yakalayamaz.
Russell, mutsuzluğun asıl sebeplerinden bazılarını kıskançlık, şan şöhret sevgisi, günah duygusu, endişe duymak olarak sıralar ki bu sebepler İmam’ın modeliyle de paralellik gösterir. Aynı zamanda iki modele göre de mutluluğu arttıran değişkenlerin hemen hemen aynı olması şaşırtıcıdır. Sevgi, şefkat, aile hayatı, doğaya yönelmek vs iki model için de mutluluğu arttıran sebeplerdir. O halde bu noktada iki model arasındaki temel farkın mutlulukta İlah’a duyulan ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz.
Russell’a göre insanlar dine ihtiyaç duymadan mutluluğu fethedebilirler. Üstad Nursi’ye göre “Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde.” bulunur. Tam bu noktada şunu sormak yerinde olacaktır;
mutluluğun “fethedilmesi” mümkün müdür? Biraz daha açacak olursak mutluluk bizim doğru eylemlerimizin sonucu olarak mı hayatımıza girer? Mevcut durumumuzdaki kronik mutsuzluk problemine bakarak bunun koca bir yanlış olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim eylemlerimiz, mutlak sonuçların tek öğesi değildir ve çoğu zaman kontrolümüz dışındaki etkenlere bağlı olarak elem hayatımıza dahil olur. Bu noktada Bediüzzaman, “imtihan” gerçeğiyle diğer mutluluk modellerine meydan okur. O, özgürlüğü haksız yere kısıtlanmış bir şekilde hapiste bulunurken kusursuz ve tam saadeti yakaladığını söyler. Bizler Allah’ın murad ettiği imtihanlardan kaçışın olmadığına şüphesiz iman eden kulları olarak mutluluk stratejimizi zahmetlerdeki rahmeti, imanın bu dünyadaki sınırsız bir lezzetini göstermek üzerine bina ederiz.