Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
Nietzsche oldukça yıkıcı bir filozoftur. O bu tavrını birçok felsefe disiplinindeki genel kabulleri yıkmak için devam ettirir. Şüphesiz bunlardan biri de geleneksel ahlak anlayışını tümden reddederek etiğe karşı yaptığı başkaldırıdır.
Nietzsche’ye göre ahlak, bir zayıflık veya “zayıf olanların bir ürünüdür’’. Nietzsche'nin bu vaazı şüphesiz var olan bir sorunun sonucudur. Çünkü Onun yaşadığı toplum çoğunlukla Hristiyan dindarların yaşadığı bir toplumdu. Nietzsche ise, bu tür insanları geleneğin kölesi olarak gördüğü için; bu tür insanların ahlakına da 'köle ahlakı' demekteydi. Köleler, doğal olarak ve tanımları gereği zayıf kimselerdir, iradeleri yoktur ve boyun eğmeye mahkumdurlar.
Söz konusu dindarların çoğunun ahlak adına ahlaksızlık yapmaları Nietzsche'yi söz konusu ''ahlak zayıf olanların ürünüdür'' görüşünü ortaya atmasına neden olmuştur. Bu konuda, Freud ve bazı sosyologlar da Nietzsche'nin bu görüşüne benzer yaklaşımları benimsemişlerdir.
Buna göre, insanda herhangi bir şeyi yüceltme ihtiyacı vardır.
Söz konusu düşünürlere göre bu ihtiyaç insanlarda bir eksikliğe işaret eder. Fakat insan zaten, ontolojik olarak eksik bir varlıktır. Doğanın bir parçasıdır ve insan zihni de her zaman doğayı geriden takip eder. Yani ontolojik olarak eksik olan insanın bu davranışı, doğasına uygun bir davranıştır.
Yine Nietzsche: ''Vicdan, büyükbabamızın ensesinde topladığı saç örgüsüdür.'' demektedir. Yani ona göre vicdan ve ahlak, geleneğin bir sonucudur ve saçmadır. Fakat bu noktada Kant, vicdan için: “Pratik aklın bir kategorisi” diyerek vicdanı yalnızca geleneğin bir sonucu olmaktan çıkarmış ve ona daha rasyonel bir yapı ve değer kazandırmıştır. Pratik akıl ise Kant’a göre, ahlaktır. Yani, Nietzsche'de ahlak bir zayıflıkken, Kantta bir üstünlük olarak değerlendirilmiştir.
Nietzsche'nin ahlakın zayıf olanların ürünü olduğu yolundaki görüşü, en nihayetinde bir ahlak arayışı olduğundan dolayı kendisiyle çelişmektedir. Bu anlayış, toplumsallığı reddedip yerine bireyselliği koymaktır.
Nietzsche'nin başkaldırısı ve isyanı aslında mutlak olarak ahlaka karşı bir başkaldırı değil, geleneksel ahlaka karşı bir isyandır. Konuyu daha anlaşılır kılması bakımından Hobbes ile Berry arasında geçen şu “hayali” diyaloğa bakalım:
Thomas Hobbes’un “İnsan, insanın kurdudur” sözüne karşılık olarak yıllar sonra Berry Hobbes’a “O halde beni neden uyarıyorsun” diyerek cevap vermiş ve onun çelişkisini ortaya koymuştur.
Aynı bu örnekteki gibi Nietzsche, ahlakı zayıf olanların bir ürünü ve ahlaksızlığın kendisi olarak düşünüyorsa; O'nun peşinden gittiği şey nedir, ahlakın kendisi değil mi? O halde, Nietzsche'nin, ''ahlak zayıf olanların ürünüdür'' yolundaki görüşü bir çelişkiyi ifade eder. Çünkü ahlak adına ahlaksızlığı savunmak da aslında bir ahlak arayışıdır.
Aynı zamanda Nietzsche’nin vadettiği ahlak, geçmiş ve geleceğe yönelik metafizik belirlenimlerde bulunması açısından bir kutsala işaret eder ki buna “din” diyebiliriz. İnsanlara bir kurtuluş veya hakikatin öğretilmesini vadettiği için de Nietzsche, kendi dininin peygamberidir yorumu yapılabilir. O halde, Nietzsche hem kendi dinini hak, diğer dinleri batıl olarak gördüğü için yukarıda yaptığımız ikili kategorizasyon desteklenmiş olacak hem de bir kutsala müracaat etmesi bakımından -bir ideolojinin değil- bir teolojinin savunucusu olacaktır.
Öyleyse, bir ahlak inşasına ihtiyaç vardır. Buna gerçek ahlak diyeceğiz.
Gerçek ahlak; sorumluluk ahlakıdır. Sorumluluk ahlakı ise ne topyekûn bireyselcidir ne de toplumsalcı...
Ancak, yeri geldiğinde bireysel, yeri geldiğinde ise toplumsalcıdır. Çünkü varlığın özünde tözsel hareket olan sorumluluk vardır. Bu türden bir ahlakın en iyi örneklerini İslam’ın öğretilerinde bulmak mümkündür.
Öyle ki insan, dağların bile yüklenmekten çekindiği bir imtihanı kabul ederek daha en baştan bir “sorumluluk” yüklenmeyi kabul etmiştir. Bunun gereği olarak da yapacağı iyi işlerde de kötü işlerde de sorumluluk kendisine aittir. “Bir insan ancak gücü yettiğinden sorumlu tutulur” (Bakara: 233) ayetinin de gösterdiği gibi, insan iyiliğe güç yetirirse iyilikten, kötülüğe güç yetirirse kötülükten sorumlu tutulur. Bu bağlamda sorumluluk ahlakı, Nietzsche’nin iddia ettiği gibi bir zayıflık değil, aksine cesaret ve güçlülüğe işaret eder.
Bu noktada sorulması gereken bir soru da ahlaki eylemi iyi bir eylem yapan şeyin kişinin niyeti mi yoksa eylemin sonucu mu olduğudur.
Örneğin, iyi niyetli bir eylemin sonucu iyi olursa ahlaki açıdan bu iyi bir şeydir. Bunda şüphe yoktur. Keza kötü niyetli bir eylemin sonucu kötü olursa bu da kötü bir şeydir. Bunda da şüphe yoktur. Peki ya iyi niyetli eylemin sonucu kötü ve kötü niyetli eylemin sonucu iyi olursa bu eylemlerin ahlaki statüsü nasıl olacaktır?
Ahlak felsefesinde bir grup ne olursa olsun niyetçidir, yani sonuç kötü bile olsa ahlaki eylemin iyi niyetle yapılmış olması yeterlidir. Immanuel Kant bu gruptadır. Diğer yandan niyet ister iyi ister kötü olsun sonucun iyi olmasının yeterli olduğunu vaaz eden sonuç odaklı düşünenler de vardır. Bunlar aynı zamanda yararcılık (utilitarianizm) akımının savunucularıdır. Jeremy Bentham, J. Stuart Mill ve Peter Singer bu gruptadır.
İslam ahlakı ne niyetçidir ne de salt sonuca bakar. Ancak İslam ahlakı, hem niyetçidir hem sonucu dikkate alır. Çünkü İslam, iyi işlerde niyete, kötü işlerde sonuca bakar.
Örneğin, yolda bir ihtiyaç sahibi kimse gördün ve ona yardım etmek için (iyi niyet) elini cebine koydun ancak hiç paran olmadığını farkettin diyelim. Burada, sen para vermediğin halde sen sadaka vermişsin gibi hanene bir iyilik yazılır. Çünkü iyi işlerde niyet önemlidir.
Öte yandan, hırsızlık yapmak için yola çıktın (kötü niyet) ancak bir kaza geçirdiğin için maksadına ulaşamadın diyelim. İslam burada işin sonucuna bakar ve hanene bir kötülük yazmaz. Çünkü kötü işlerde sonuç önemlidir. Kur’an’da Kehf suresinde geçen Hızır (as) ile Hz. Musa’nın yoldaşlığı tam olarak bu konuları işlemektedir.