Söz&Kalem Dergisi - Hüseyin Gülsever
Güzelliğin ölçütü dört işlemden geçtiğinden beri; değer, değerini kaybetti!
Zihin dünyamız adeta Rabbin varlığının ispatı hükmünde bir mekanizma ile işlenmektedir. Bu kaotik gibi görünen ama ahenktar bir düzende çarkları işleyen sistemin en çarpıcı başlıklarından biri de muhakkak motivasyon ve ödül mekanizmasıdır.
Bu ödül mekanizmasını açıklamak üzere Batılı iki bilim adamının deneyini incelemekte fayda var. Adları Olds ve Milner olan bu iki adamın sıçanlarla yaptığı deney, ödül sisteminin keşfedilmesini sağlayan önemli bir çalışmadır.
Oluşturulan deney düzeneği şu şekildedir:
Sıçanlarının beyinlerine elektrot yerleştirilmiştir. Sıçanların bulunduğu kafesin bir tarafı elektrotları aktive ederek, elektrotun bulunduğu beyin bölgesini uyarmaktadır. Deney kafesinde serbestçe dolaşma imkanı tanınan sıçanların, elektrot uyarımını aktive eden kafes bölümünde daha sık vakit geçirdikleri gözlenmiştir. Bunun üzerine, deney düzeneği değiştirilerek kafesin içine, sıçan beynindeki elektrota uyarım gönderen bir pedal konulmuştur. Sıçanın pedala basması, septal beyin bölgesine gönderilecek elektrik uyarımını harekete geçirmekte ve elektrotun bulunduğu bölgeyi uyarmaktadır.
Deneyde, sıçanları kafeste dolaşırken tesadüfen pedala basmalarının ardından sürekli olarak pedala basma davranışı sergiledikleri gözlenmiştir. Sıçanlar yorgunluk ve uykusuzluktan bitap düşüne kadar pedala basmaya devam etmiştir. Sıçanların sürekli olarak pedala basıyor olması, uyarımın pozitif pekiştirici bir etki yarattığını ve elektrik uyarımının ulaştığı bölgenin haz veya keyif ile ilişkili olabileceğine işaret etmektedir.
Old ve Milner (1954) deneyi bir adım daha ileri taşıyarak sıçanlara elektrik uyarımını sağlayan pedal haricinde sıçanlara bir seçenek daha tercih etme fırsatı sunmuştur. Pedalın bir tanesi beyine yerleştirilen elektrotu uyarmaktadır. Diğer pedal ise hayati öneme sahip olmasından dolayı “doğal ödül” olarak kabul edilen gıda ve su sağlamaktadır. Bu koşulda dahi kafese bırakılan sıçanlar yemek ve su sağlayan pedalı değil, elektrik uyarımını harekete geçiren pedala basmayı tercih etmişlerdir. Sıçanlar yaşamın idamesini sağlayacak pedalı (gıda ve su) görmezden gelerek yalnızca elektrot uyarımını sağlayacak pedala basmayı tercih etmişlerdir. Dolayısıyla elektrik uyarımının yarattığı pozitif pekiştirici etkinin, hayati öneme sahip olan doğal ödüllerden çok daha güçlü bir etki yarattığı düşünülmektedir.
Sıçan beyni her ne kadar insan beyni kadar kompleks olmasa da memeli canlıların beyin yapısının ortak özelliklerinden müteşekkil olduğundan bu deneylerde sıçan ve fare beyinleri tercih edilmektedir.
Bu deneyle görüldüğü üzere haz ve keyif, bireyin zaruri ihtiyaçlarını karşılama güdüsünden daha etkili düzeye yükselebilmektedir. Aslında bu, ödül mekanizması ile paralel doğrultuda ilerleyen bir süreçtir. Nitekim pedala basan sıçanın beynine yerleştirilen elektrot ile bireye verilen ödül arasında bir fark yoktur. Zira pedal ile ödülün ikisi de dopamin adlı hormonun salınımı ile tutku ve bağımlılık yaratır. Birey sahip olduğu, ulaşabildiği her ödülün sonunda salınan dopamin ile daha büyük bir iştiyakla sürekli, sonsuza kadar ona sahip olmak ister. Şehvet de, sigara da bu türden bağımlılık yaratan hususlardır.
Modern çağın en kudretli silahlarından birisi bu mekanizmanın işlevselliğini kullanmak olmuştur. Zira bireye durmadan, sürekli, bir tuş tıklama uzaklığında ulaşacağı lezzetler ve zevkler ile insanı adeta anlık heveslerin tutsağı yapmıştır. Reklam sektörlerinin en çarpıcı cümlelerinden olan 'tıkla, kapına gelsin' sloganı bunun bariz ispatıdır.
Hazlara bu kadar hızlı ulaşmak bireyin ödül mekanizmasını mahvetmektedir. Ödül bir emeğin karşılığında, alın teri dökerek, ulbir ideal uğruna çaba sarf edilmesi ile kazanılması gereken bir ürün olması gerekirken, günümüzde ise bu anlamını kaybetmiştir ve emeksiz yemek kültürü ile insan fizyolojisi dümura uğratılmıştır.
Çok eski değil, 30 yıl önceden bahseden büyüklerimiz "ulaşabilmenin tadı"nı anlatırken o günkü hazzın aynısını yaşamakta, buna şahitlik etmekteyiz. Ancak bugün o anlatılan şeyler o kadar sıradan ve dört bir yanımızda ki, ulaşmak için çaba sarf etmek bir yana dursun, varlıklarından haberdar bile değiliz çoğu zaman.
İşte aslında sorun tam da burda ortaya çıkıyor. Ulaşmanın kolaylaşmasıyla, sürecin hedeften kıymetli olduğu gerçeği unutuluyor. Artık sarf edilen çaba değil, elde edilen ürün konuşuluyor. Koştuğun kadar değil, vardığın kadar var oluyorsun. Hâl böyle olunca, değer kavramı da değersizleşiyor. Çünkü değer bizim için emek ile eşdeğerken, artık değer ile paha birbirini karşılayan kavramlar haline gelmiş bulunuyor. Emek ile ürün değil, yemek ile ürün eş anlamlılaşıyor. Bereket, matematiksel hesaplar ile anlaşılmaya çalışılıyor. Oysa bereket bugüne kadar, az tabağın çokça misafire yetmesi değil miydi?
Günümüz insanının umutsuz ve mutsuzluğu da buradan doğmaktadır. İnsanı diri ve kıyamda tutan şey tutku ve gayret iken, tutkuyla bir şeye bağlanmak artık şaşırılacak ve neredeyse imkansız bir hâl aldı. Ulvi ülküler taşıyan insanlara meczup gözüyle bakılır oldu. Cebindeki ile değil kalbindeki ile yaşama tutunanlar, akıl noksanlığı ile itham edilir oldu.
Ama bu durumun bizi geleceğe dair ümitsizliğe itmesine engel olan birileri hâlâ var: Gazze!
Onlar ki; cedellerinin sonunun büyük bir zaferle biteceklerine olan inançları ile ellerinde ve avuçlarında hiçbir şey kalmasa dahi dipdiri ayakta durmayı başarabildiler.
Onlar ki; evlat, iyal, mal, mülk ve dahi nice maddi kayıplarına ve yokluklarına rağmen, tutkuları, mefkûreleri ve inançları ile kaybetmeyi vazgeçmekte gören çağın ashabları oldular.
Onlar bize dopaminin hızlı salınımı ile değil, yılların biriktirdiği kuvve-i imanın gayretiyle, tek başına da kalınsa, ellerindeki sopalarıyla droneları yerlere indirme mücadelesini çağın tembel yüzüne büyük bir sille ile vurdular.
Ve onlar arzulanan şeyin mümkünlüğüne bakmadan, sadece arzulayabilme isteğinin-dürtüsünün-güdüsünün bile çağın galibi olmak için yeterli olacağının bilincinde oldular.
Böylelikle bize en ihtiyacımız olan zamanda şu mesajı bırakmayı başardılar: Zafer, seferdedir!