Söz&Kalem-Merve Şimşek
Satılmak için üretilen, alınıp/satılan mal, ticaret malı gibi anlamları olan “meta” kelimesi, mevcut dünya düzeninde talep celbeden her somut eşya için kullanılırken, “metalaşmak” kavramı ise bir nesnenin ya da olgunun ticari bir ürün haline getirilmesini ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle, henüz ekonominin bir aktörü olmayan bir nesne veya hizmet, asıl amacı veya içeriğinden bağımsızlaştırılarak artık piyasa koşullarıyla uyumlu vaziyete getirilir. Yani, kendisi üzerinden kâr/zarar, arz/talep hesaplamalarıyla, zarara uğramamak maksadıyla dengeler kurulan her şey, metalaştırılmak uğruna harcanmaya adaydır. Peki bu kavramın nüfuz ettiği alanlar günümüzde neden daha çok konuşulmakta ve üzerine hesaplamalar yapılmaktadır?Elbette bu sorunun cevabı tahmin edildiği üzere “kapitalizm odaklı” bir dünya düzeninde yaşıyor olmamızdır. Dünya tarihinde hiç olmadığı kadar satış öznesi haline getirilen ve aklımızın ucundan dahi geçmeyip üzerinden kazanç sağlanan ‘şey’lerin artışı, kapitalist düzenin hayatımızın her anına nüfuz etmesine bizleri de şahit kılıyor. Bu süreçte, asıl işlevi veya toplumsal anlamı önemsizleşip arka planda kalan metalaştırılan şeyler, kâr odaklı bir değer biçme mekanizmasıyla artık farklı bağlamlarda ele alınmaya başlanır.
Örneğin, sağlık hizmetleri metalaştığında, hastaların ihtiyaçları yerine, özel hastanelerin fahiş fiyatlarla hasta baktığı, yalnızca buna gücü yetenlerin hasta olarak işlev gördüğü kârlılık politikası ön planda olur. Bu anlamda, bireylerin temel hak ve ödevlerinden biri olan eğitimin de metalaşmaktan nasibini aldığını ve tabiri caizse eğitim hakkının artık eğitim hizmetine dönüştüğünü söylemek oldukça yerinde olacaktır.
Eğitim mefhumu, sosyal devlet anlayışına sahip çoğu devlet politikasında aslında kamusal ve insani bir hak ve ödev olarak her ferdin faydalanacağı şekilde sunulur. Türkiye’de de “222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu“ ve “7528 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu” sayesinde birkaç temel kanıya varabiliriz:
-Eğitim, bir hizmet değil, devletin vatandaşa karşı yükümlülüğüdür.
-Devlet, her çocuğa ücretsiz ve zorunlu eğitim sağlamakla görevlidir.
-Eğitimde fırsat eşitliği ilkesi sınıfsal ayrımcılığı önlemeyi hedeflerken parayla eğitime erişim ancak kamu denetimiyle mümkündür.
Peki, eğitimin her fert için ulaşılabilir olmasını gözetleyen ve “eğitimde fırsat eşitliği” maddesi ile kanuni güvence altına alınan bu hak, reel düzlemde hangi oranda bu gayelerini gerçekleştirebilmektedir?
Bu bağlamda “eğitimin metalaşması” kavramı, eğitim sisteminin insan geliştirme odaklı bir süreç olmaktan çıkarılıp, piyasaya ilişkin bir ürün haline getirilmesini ifade eder. Yani metalaşmanın yukarıda bahsettiğimiz eğitimin temel ilkeleriyle uyuşmadığını söylemek pek de zor olmayacaktır. Günümüzde eğitim, bu yasal çerçevenin çok ötesine taşınmış vaziyettedir; hak olmaktan çıkıp ücretli bir hizmete, vatandaşların yararını öncelemekten ziyade şahısların bireysel kazancını pekiştiren yatırım aracına ve endüstri piyasasına entegre olmuş bir olguya dönüşmektedir.
Sertifika ve diploma üretimiyle ekonomik değeri ölçülen birer hizmet sağlayıcısına dönüşen eğitim kurumlarından, bireyin çok yönlü gelişimini öncelemesini elbette bekleyemeyiz. Bu dönüşüm belki de mevcut dünya düzeninin doğal bir sonucu olabilir; fakat bu durum, eğitimi bir hak olmaktan çıkarmakta; eğitim kurumlarına erişim ve öğrencilerin başarılı olmalarını sağlamak, büyük ölçüde sosyoekonomik gelir düzeyine bağlı kalmaktadır. Bu da dolaylı olarak nitelikli eğitime erişimi ayrıcalık düzlemine taşıyarak, sosyal adaleti önceleyen eğitim anlayışı yerine rekabet ve ticarileştirme endeksli bir ortama zemin hazırlamaktadır.
Sistemin En Çok Metalaştırdığı Kurum: Üniversiteler
12 yıllık (4+4+4 şeklinde) zorunlu eğitimin ardından ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarını tamamlayan öğrencilerin sınava dayalı sistemle eğitimin son kademesine geçişleri yükseköğretim kurumlarıdır. Yüksekögretimin amaç ve görevlerinden ilki şu şekildedir:
“ Öğrencileri ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde ve doğrultusunda yurdumuzun bilim politikasına ve toplumun yüksek seviyede ve çeşitli kademelerdeki insan gücü ihtiyaçlarına göre yetiştirmektir .‘’’(Milli Eğitim Temel Kanunu, Madde-35) Kanunda belirtilen diğer amaçlar da incelendiğinde, yükseköğretim kurumlarının temel misyonu; bilim üretmek, eleştirel düşünceyi teşvik etmek ve topluma nitelikli bireyler kazandırmaktır. Misyonu bariz bir şekilde yasayla güvence altına alınan yükseköğretim kurumları nasıl oldu da günümüzde giderek piyasa dinamikleriyle şekillenen, kâr/zarar dengesiyle politikalar üreten ve sistemin en çok metalaştırdığı yapılara dönüştü?
Bu durumun oluşmasındaki temel faktör, elbette ki üniversite sayısındaki ivmeli artıştır. TÜİK’in güncel verilerine göre ülkemizde devlet üniversitesi sayısı 127, vakıf üniversitesi sayısı ise 78 iken özellikle yüksek maliyetlerle gündeme gelen yükseklisans programlarının toplam sayısı 16.663’tür (TÜİK, 2025). Eğitim kurumlarının sayısındaki ciddi artış, kurumlar arasındaki rekabeti tetikleyerek finasman ve reklamcılık üzerinden asıl metalaşmaya neden olmaktadır. Metalaştırılan eğitim dengelerinin çıktıları olarak ortaya çıkan sonuçlar, mevcut yükseköğretim misyonlarıyla çatışmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’de üniversite sayısının hızla artması ve öğrencilerin müşteri kitlesi olarak görülmesi, akademik kalite yerine ticari stratejilerin öncelenmesine neden olmaktadır. Özellikle vakıf ve özel üniversiteler, bu dönüşümün merkezinde yer alıyor denilebilir. Medyada görünme kaygısıyla reklamı yapılan kurumlar, tanıtımları için harcadıkları eforu eğitimin kalitesini öncelemek için de aynı çabayı gösteriyorlar mı?
Eğitimin metalaşmasının doğal sonucu olarak boy gösteren ve şirket binaları arasında yükselen özellikle büyükşehirlerdeki “apartman üniversiteler”, her kurumun ve mali yeterliğe sahip her anlayışın, eğitim kurumu açmaması gerektiğini gösterir niteliktedir. Sırf finansman sağlayacak yetkinliği olduğu için açılan kurum ve kuruluşların, eğitimin niteliğine sağlayacakları fayda, salt diploma belgesi ile ölçülemeyecek kadar mühim bir meseledir. Çünkü, eğitimin endüstrileşmesinin sonucu olarak öğrenci, bir “müşteri”, diploma bir “araç”, eğitim kurumları bir “rekabet meydanı”, üniversiteler birer “şirket” ve eğitimin çıktıları ise bir “pazarlama stratejisine” dönüşmekle metalaşmanın güdümüne girmektedir.
Hülasa, eğitimde fırsat eşitliği ilkesinin ihlali sayılabilecek özel kurumların okul öncesinden başlayarak yükseköğretime kadar bu denli yaygınlaşmış olması eğitime kazanç odaklı bakılmasının sonucudur. Temel anayasal haklarla dahi güvence altına alınmış eğitim hak ve ödevi, günümüzde yasal ilkelerin ciddi anlamda ihlaliyle karşı karşıya kalmaktadır. Eğitim, özel okullar, sınav merkezli sistemler ve diploma/sertifikaya dayalı başarı algısıyla birlikte giderek daha fazla piyasanın belirleyici aktörlerinin yönlendirdiği bir endüstriye dönüşmüştür. Böylece kamusal bir hak olarak şekillenen eğitim, artık birçok birey için erişilmesi güç bir “ürün” haline gelmişken sosyal devlet anlayışına zıt bir şekilde sınıfsal eşitsizlikleri körükleyen ve sınıfsal ayrımı yeniden üreten bir mekanizma hâline gelmektedir.