Söz&Kalem Dergisi - Yusuf Sincar
Osmanlı felsefe tarihi üzerine yapılan modern araştırmalar hâlâ başlangıç aşamasında olup, uzun süre ihmal edilmiş bir alan olarak kabul edilmiştir. Geleneksel görüş, felsefenin 11. ve 12. yüzyıllarda Sünni İslam dünyasında reddedildiği ve ancak Şii gelenek içinde, özellikle de Safevi İran’ında gelişmeye devam ettiği yönündeydi. Ancak günümüz araştırmaları bu tezi büyük ölçüde reddeder.
13.yüzyıldan sonra İslam dünyasında kendini doğrudan “filozof” (felâsife) olarak tanımlayan düşünürlerin sayısı azalmış olsa da, bu durum felsefi düşüncenin sona erdiği anlamına gelmez. Felâsife, belirli bir akademik disiplinden çok, genellikle Yeni Platonculuk ve Aristotelesçilik çerçevesinde değerlendirilen bir düşünce ekolü olarak varlığını sürdürmüştür. Onların evrenin ezeliliği, Tanrı’nın tikelleri bilmemesi ve bedensel dirilişin inkârı gibi görüşleri tepki çekmiş olsa da, felsefi düşünce Osmanlı’da farklı biçimlerde yaşamaya devam etmiştir.
Bu makale, Osmanlı felsefesinin tarihsel arka planını sunduktan sonra, Osmanlı’daki felsefi çalışmaların dört temel disiplini olarak metafizik, fizik, mantık ve etiğin geliştirildiği yerleri ele alacaktır.
- Osmanlı’da Felsefi Gelişimin Tarihsel Arka Planı
Osmanlılar, 14. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan beylikler arasında en güçlüsü olarak yükseldi. Bu süreçte, İran ve Orta Asya’dan Sünni Fars, Azeri ve birçok Kürt âlim Osmanlı topraklarına göç etti. Ancak, 15. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı öğrencileri genellikle Kahire’ye giderek eğitim almayı tercih ediyordu. Bu nedenle, Osmanlı ilmi geleneği başlangıçta İslam milletlerine karşı kendine özgü bir karakter kazanmamıştı.
Bu durum, II. Mehmed’in (Fatih Sultan Mehmed) 1451-1481 yılları arasındaki hükümdarlığında değişmeye başladı. Sultan, İstanbul’da “Sekiz Okul” (Ṣafin-i Themān) adıyla bilinen eğitim kurumlarını kurarak Osmanlı öğrencilerinin Kahire’ye gitmesini engellemeye çalıştı. Böylece, Osmanlı topraklarında bağımsız bir ilmi gelenek gelişmeye başladı. Bu süreci hızlandıran bir diğer önemli olay, 1502’de İran’da Safevi hanedanının yükselişiydi. Şii Safevilerin baskısından kaçan birçok Sünni, Azeri ve Kürt alim Osmanlı’ya sığındı ve bu da Osmanlı ilim dünyasını zenginleştirdi. Ancak, uzun vadede Osmanlı ile İran arasındaki ilmi bağlar zayıfladı ve iki bölge arasındaki etkileşim azaldı. Nitekim, İranlı filozoflar Mîr Dâmâd (ö. 1631) ve Molla Sadrâ (ö. 1635), Osmanlı’da İran ve Hint alt kıtasındaki kadar etkili olamadılar.
Bu durum, Osmanlı’da felsefi çalışmaların durduğu anlamına gelmez. Eskiden bazı tarihçiler, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Kâdızâdeliler hareketinin, akli bilimlerin gelişimini durdurduğunu öne sürüyordu. Ancak günümüzde yapılan araştırmalar bu görüşü çürütmüştür. Kâdızâdeliler, Sufi teozofisine (bilgi sistemine) ve halk arasında yaygın olan mistik inanışlara karşı çıkmış olsa da, akılcı düşünceye sistematik bir düşmanlık beslediklerine dair kesin bir kanıt yoktur. Ayrıca, Osmanlı uleması içinde de azınlık bir grup olarak kalmışlardır.
- Osmanlı’da Felsefi Gelişimin Mekanı
Osmanlı düşünce geleneği, İslam dünyasının çeşitli entelektüel miraslarından beslenerek metafizik, doğa felsefesi, mantık ve etik alanlarında zengin bir birikim oluşturmuştur. Bu disiplinler medreselerde öğretilmiş, tasavvuf çevrelerinde ele alınmış ve Osmanlı âlimleri tarafından sürekli geliştirilmiştir.
Osmanlı medreselerinde metafizik ve doğa felsefesi çalışmaları, genellikle İran ve Orta Asya kökenli el kitapları üzerinden yürütülmüştür. Öğrenciler, Nasîrüddin Tûsî’nin Tecrîdü’l-i’tikâdı ve Adudüddin Îcî’nin el-Mevâkıfı gibi temel metinler üzerinden eğitilmişlerdir. Bu eserlerin giriş bölümlerinde varlık, mahiyet ve nedensellik gibi metafizik konular tartışılmış, ardından Aristotelesçi kategoriler ve töz-sıfat ilişkisi ele alınmıştır. Osmanlı âlimleri, bu metinlere haşiyeler ve şerhler yazarak felsefi tartışmaları daha da derinleştirmiştir.
Örneğin, Taşköprüzâde Aristotelesçi dört neden anlayışı, tümeller meselesi ve zihinsel varlık kavramı üzerine bağımsız risaleler yazmıştır. Doğa felsefesi açısından önemli bir kaynak olan Esîrüddin Ebherî’nin Hidâyetü’l-hikmesi, mantık, doğa felsefesi ve metafiziğe giriş niteliğinde bir eser olarak yoğun bir şekilde okutulmuştur. Bu esere yazılan şerhler ve haşiyeler, Osmanlı ilim dünyasında yüzyıllar boyunca tartışılmış, atomculuk, hylomorfizm, uzay, boşluk, hareket ve zaman gibi konular üzerine yeni yorumlar geliştirilmiştir. Bu anlamda Filibeli Ahmet Hilmi’nin yazmış olduğu “Amak-ı Hayal” romanı, felsefe ve Sufizmin iç içe geçtiği bir eser olarak Osmanlı’da felsefenin gelişimine katkıda bulunmuştur.
Bununla birlikte, Osmanlı âlimleri klasik felâsife geleneğinin savunduğu bazı görüşleri reddetmiştir. 15. yüzyılda, Sultan II. Mehmed’in emriyle Hoca-zâde ve Alâeddin Tûsî, Gazâlî’nin filozoflara yönelttiği eleştirileri yeniden değerlendiren eserler kaleme almışlardır. Bu çalışmalar, dünyanın ezeliliği, sadece ruhun ölümden sonra varlığını sürdüreceği ve Tanrı’nın bilgisinin yalnızca değişmeyen tümellerle sınırlı olduğu gibi görüşleri kesin bir dille eleştirmiştir.
Metafizik ve doğa felsefesi yalnızca medreselerle sınırlı kalmamış, tasavvuf çevrelerinde de kendine özgü bir biçimde ele alınmıştır. İbn Arabî’nin Fusûsü’l-hikem adlı eseri, Osmanlı sufileri tarafından dikkatle incelenmiş ve üzerine pek çok şerh yazılmıştır. Bâlî Efendi ve Abdullâh Bûsnevî gibi mutasavvıflar, bu eseri yorumlayarak Osmanlı sufî düşüncesine katkıda bulunmuşlardır.
Ayrıca, Mevlevîler arasında Şihâbeddin Sühreverdî’nin Peripatetik felsefeye karşı geliştirdiği Neo-Platoncu ışık felsefesi büyük ilgi görmüştür. Onun Hayâkilü’n-nûr adlı eseri, Osmanlı âlimi İsmâil Ankaravî tarafından şerh edilmiştir.
17. yüzyılda Osmanlı saray çevrelerinde Avrupa bilim ve felsefesine ilgi duyulmaya başlanmıştır. Özellikle simya ve tıp alanında yapılan çeviriler bu dönemde dikkat çekicidir. Paracelsus’un simyaya dair eserleri, Osmanlı saray hekimi Salih bin Sallûm tarafından Arapçaya çevrilmiştir. Ayrıca, Coğrafya alanında önemli bir eser olan Atlas Minör, Kâtip Çelebi tarafından Osmanlı Türkçesine kazandırılmıştır. Aristoteles’in Fizik kitabı da 18. yüzyılda Osmanlı âlimleri tarafından yeniden yorumlanmış ve yeni şerhlerle desteklenmiştir.
Mantık, Osmanlı medreselerinde büyük önem taşıyan bir alandı. Bu disiplin, İbn Sînâ sonrası gelenek içinde ele alınmış ve genellikle Arapça el kitapları temelinde işlenmiştir. Öğrenciler, önce kavramlar (tasavvurat) üzerine eğitim alır, ardından önermeler ve kıyaslar üzerinde çalışırdı.
Ebherî’nin İsâgûcî adlı mantık kitabı, Osmanlı medreselerinde giriş kitabı olarak yaygın şekilde okutulmuştur. Daha ileri düzeyde eğitim almak isteyenler ise Necmeddin Kâtibî’nin Risâletü’ş-Şemsiyye adlı eserini incelerdi. Osmanlı âlimleri bu eserler üzerine sayısız şerh ve haşiye kaleme almıştır.
18.yüzyılda Ebû Saîd Hâdimî’nin Arâisü’n-nefâis ve İsmâil Gelenbevî’nin el-Burhân adlı eserleri, Osmanlı mantık düşüncesinin zirve noktalarından biri olmuştur. Bu eserler, klasik kıyas anlayışının ötesine geçerek daha kapsamlı mantık tartışmalarını içermektedir.
Ahlak, diğer felsefi disiplinlerin aksine Osmanlı medreselerinde standart bir ders olarak okutulmamıştır. Ancak bu alanda yazılmış önemli eserler vardır. 16. yüzyılda Kınalızâde Ali Çelebi, Osmanlı düşünce dünyasına büyük bir katkı sağlayarak Ahlâk-ı Alâî adlı eserini kaleme almıştır. Bu kitap, Nasîrüddin Tûsî’nin ahlak anlayışından etkilenmiş ve Osmanlı yönetici sınıfına ahlaki öğütler vermeyi amaçlamıştır.
Bunun yanı sıra Taşköprüzâde ve Ahmed Müneccimbaşı gibi Osmanlı âlimleri, Adudüddin Îcî’nin ahlak üzerine kısa ancak etkili risalelerini şerh ederek ahlak felsefesinin gelişimine katkıda bulunmuşlardır.
Kaynakça
Bu çalışmamız, Harvard Üniversitesi Arap-İslam entelektüel tarihi profesörü Khaled El-Rouayheb’ın makalelerinden yararlanarak yazılmıştır.