Kimi zaman sorgulama bir arayış olurken kimi zamanda boşlukta kaybolmanın serüvenidir. Jeffrey Lang’ta bu iki durumu tecrübe eden kimselerdendir. Gurur, toplumun düşüncesi ve kendi düşüncesine aykırılığın hikâyesi…
Jeffrey Lang, 1954 yılında Amerika‘nın Connecticut eyaletinde dünyaya geldi. Katolik bir ailenin çocuğu olan Lang, dindar okullarda eğitimini sürdürdü. Fakat 18 yaşına kadar kafasını kurcalayan, onu boşluğa yönlendiren sorularla karşılaştı. "Eğer Tanrı vardıysa neden yeryüzünde insanlar acı çekiyordu, açlıkla mücadele ediyorlardı, eğer bizi seviyorduysa neden hepimizi cennetine almıyordu?" Bu sorular Lang’ın aklını karıştırmıştı, cevaplarını bulamadığı için de bir kaçış olarak ateizmi seçmişti. Üniversite, yüksek lisans, doktora eğitimlerini bir ateist olarak tamamladı.
Ateist olduğu dönemde hep gördüğü bir rüya vardı. Rüyasını şöyle anlatıyor: “Hiç eşya olmayan bir odadaydım, bodrum katı gibi bir yerdi. Yer duvardan duvara halı kaplıydı. Siyah beyaz olduğunu hatırlıyorum. Bizden yukarda, önümüzde bir pencere vardı, bu pencereden inanılmaz bir ışık aydınlatıyordu odayı. Sadece erkekler vardı ve hepimiz dizlerimizin üzerinde, ışığın geldiği yöne doğru oturuyorduk. Oldukça tuhaftı, sanki hiç bilmediğim bir ülkede gibi hissetmiştim kendimi. Daha sonra başımızı eğerek yere koyduk, o anda dünyadaki her şeyin sustuğunu hissediyordum. Sonra tekrar dizlerimizin üzerinde oturduğumuzda en önde tek bir kişi fark ettim. Uzun, beyazlı siyahlı bir elbise giymişti, başında ise büyük bir şey vardı”. Lang’ın başta anlamsız gelen rüyası, ruh âlemine getireceği değişikliklerden ne yazık ki habersizdi…
Daha sonraları Lang İslam ile başlangıç serüveninin şu şekilde anlatmaktadır. San Francisco Üniversitesinde hocalığa başladığım esnada Müslüman bir öğrencim vardı. Başarılıydı ve iyi bir İngilizcesi vardı. Sohbetlerimiz din üzerine geçmiyordu, birbirimize herhangi bir şekilde bir şeyler ispatlamaya çalışmıyorduk. Sonraları beni ailesiyle tanıştırdı, evlerine gittim. Aradan zaman geçtikten sonra bana Kuran hediye ettiler.
Aslında ben bir din aramıyordum, neden bana verdiklerini de anlamış değildim. Kuran‘ı büyük bir önyargıyla okumaya başladım. Ciddiyetle okunması gerekiyordu, anlaması çok da kolay değildi, alıştığım türden bir hitap şekli değildi çünkü. Ya ona teslim olmalıydınız ya da onunla savaşmalı. Çünkü inanmayanlara karşı büyük bir savaş açmıştı, eleştiriyor, tehdit ediyor ve meydan okuyordu. Ben ise karşı saftaydım. Bu savaşta canımı acıtan bir dezavantajım olduğunu hissettim çünkü bu kitabın yazarı beni benden daha iyi biliyordu. Sanki aklımı okurcasına her gece aklıma gelen sorunun cevabını, kitabı bir sonraki elime alışımda bana açık ve net bir şekilde veriyordu. Yıllardır kafamda oluşturduğum duvarları yerle bir ediyordu, şüphelerimi bir bir izale ediyordu. Bu savaşta yenilen taraf olmuştum. Bana tek seçenek bırakmıştı o da; Allah‘a iman etmekti.
Lang’ın hakikat arayışının giriş yolculuğu nerdeyse başlayacaktı. İman etmesi, Müslüman olması gerektiğinin farkındaydı. Bir vakit üniversitenin içinde bulunduğu Müslümanların namaz kıldığı, kilisenin bodrum katındaki mescide gitmeye karar verir. Bütün cesaretini toplayarak geçmişin ölü toprağını üzerinden atarak Kelime-i Şehadet getirir. Kelime-i şehadeti getirdikten sonra öğle namazı vakti gelmişti. Mescit de Hasan adında bir kardeş yüksek sesle ezan okuyordu. En öndeydi, beyazlı siyahlı bir elbisesi vardı, önünde de bir pencere, pencereden içeriye sızan ışık... Bu gördüğü manzara karşısında ne yapacağını bilemedi. Çünkü bu rüyasının aynısıydı. Birden bire yine rüya da olduğunu düşündü. Ama rüya değildi. Allah’ın mucizesi karşısında vücudu titreyerek gözlerinden yaşlar boşaldı.
Sonbaharda dökülen yapraklar baharda yeşermişti artık. Müslümanlık kimliği artık onun elindeydi. Şimdi de namaza hasret gönlünün huşu bulma vaktiydi. İlk işi namazı öğrenmesi gerektiğini, kalbine vurgulaya vurgulaya söylettirmekteydi. Cami imamından namaz kılınışını açıklayan bir kitap aldı. Onu izleyen talebeler : "Acele etme, rahat ol, zamanla yavaş yavaş yaparsın" dediler. Fakat gönül aklı dinler mi? Kendi kendine , ‘namaz bu kadar zor mu?‘ dedi ve talebelerin dediklerini önemsemeyerek, hemen vaktinde beş vakit namaz kılmaya karar verdi. İlk namaz denemesi için güven gelince yatsı namazını kılmaya karar verdi. Vakit gece yarısıydı, kitabı alıp banyoya girdi, kitabı açarak, kitaptaki talimatları dikkat ve incelikle uyguladı. Abdest bitince odanın ortasında durup, kapı ve pencerelerin kapalı olmasından emin olduktan sonra kıble olarak bildiği tarafa yöneldi, derin bir nefes aldı ve elini semaya kaldırarak alçak bir sesle ‘Allah’u Ekber‘ dedi.
Namazda Secdeye gidememek! Şeytan ve nefsin saldırılarına maruz kalmak… Efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzünü, burnunu yere koyup kendisini zillet sandığı bir duruma düşüremiyordu. Üstelik bacaklarını da katlayamıyordu. Utandı. Gülünç duruma düştüğünü zannetti. Bu durumda kendisini gören, arkadaş ve tanıdıklarının önünde acınacak ve alay edilecek halini düşünüyordu. Arkadaşlarının kahkahalarını duyar gibi oluyordu... Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldı ve bir kul edasıyla başını seccadeye koydu. O anda zihnindeki gurur ve kınama kaygısı kaybolarak yerine kalpten zihne akan derin anlayışlara sürükleniyordu. Dikkatini dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardı. Bu esnada kendi kendine ‘Daha önümde üç tur daha var‘ diye düşündü ama kararlıydı. Neye mal olursa olsun bu namazı tamamlamaya karar vermişti. Son secdeye geldiğinde tam bir sükûnet içindeydi. Nihayet teşehhütten sonra selam verdi.
Selamdan sonra bulunduğu yerde olduğu gibi kaldı, geriye dönüp nefsiyle giriştiği savaşı aklından geçirdi, bir savaştan çıktığını tasavvur ettikten sonra başını önüne eğerek mahcup bir şekilde: ‘Allah‘ım tekebbürümden (kibrimden) dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var‘ diye dua etti. Bu esnada daha önce onda hiç vuku bulmayan bir hissi keşfetti. Kelimelerle tanımı bir o kadar zor ve bir o kadar deruni… Kalbinin bir noktasında çıkan hissi anlamakta güçlük çekiyordu. Çünkü tatmadığı bu haz, aynı küçük bir çocuğun kışla tanıştığı o soğuk ürperti gibiydi. Soğuk havanın verdiği irkilme ve bir o kadar da sıcağa kavuşması hissiydi. Duygularının tarifini anlatamayacak kadar ihsana kavuşmanın ve rahmetin görünürlüğünü yaşıyordu. Rahmet, iç dünyasına öyle bir nüfuz etmişti ki; yağmur damlalarının âleme kuşatıcılığıyla beraber Lang’ın gözleri de ruhuna sevinçle ağlıyordu.
Lang’ın ruh ve merhamet âlemi, Allah’a ve namaza şiddetle muhtaç olduğunu artık kavrıyordu. Bu şekilde yerinden kalkmadan önce de şu duayı yaptı: ‘Allah‘ım bir daha küfre girmeye cüret edersem beni, o küfre girmeden önce öldür ve bu hayattan kurtar. Hata ve eksiksiz yaşamanın çok zor olduğunu biliyorum. Ancak şunu yakinen biliyorum ki, bir tek gün dahi olsa sensiz yaşamak, senin varlığını inkâr etmem mümkün değildir.‘
Jeffrey Lang şu an Amerika‘nın en büyük üniversitelerinden biri olan Kansas Üniversitesinde Matematik Profesörü olarak hayatına devam ediyor. "Melekler de sorar; İslam‘a Yolculuk", "Teslimiyet Mücadelesi" adlı kitapları bulunmaktadır.
Kaynak: Milli Gazete
Söz&Kalem