Söz&Kalem Dergisi - M. Furkan Aslan
Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla…
Gönüllerin fatihi Üstad Bediüzzaman’ı anlatmak, en az anlamak kadar meşakkatli bir iştir. Çaba ister, gayret ister, emek ister… En fazla da sıdk ister. Çünkü Üstad’ın hayat öyküsü, başından sonuna sıdk üzereydi. Sıdk demek, dinin tamamını herhangi bir şüpheye mahal vermeden tasdik etmek demektir. Hiçbir dini ve ahlaki ilkeden taviz vermemektir. Yani imanın her türlü merhalesine ve İslam’ın envai çeşit şeairine, yakîn makamında teslim olmaktır. İşte Üstad Bediüzzaman’ın sıddıkiyeti bu nitelikte idi. Öyle ki, kendisinin ifadesi ile bin ruhu olsa, bu İman-i ve İslami hakikatlerin yalnızca birisi için tamamını feda etmeye hazırdı.
Binaenaleyh, Üstad Nursi, kendisinden istifade edilmesi gereken bir değerdir. Her ne kadar bu değeri hakkıyla anlatamasak da vefa borcumuzu cüz’i de olsa eda etmekle mükellefiz.
Üstad Bediüzzaman, 82 senelik hayatında hiçbir zaman tek yönlü bir yaşam sürmemiştir. Yaşamının her merhalesinde, çağının gerekliliğine göre bir tutum sergilemiştir. Bu yaklaşımda bulunurken, çağın yanlışlarına eşlik etmemiş, kusurlarını mazur görmemiştir. Aksine, her dönemde hakikati maslahata tercih etmiş, “çağ değişse de hakikatin ilkeleri değişmez’’ esasını kendisine usul edinmiştir. Bereketli ömrünün her safhası, bu çok yönlülüğüne ve hakikatperver duruşuna tanıklık etmektedir.
Siirt’te, Şirvan’da, Bitlis’te bir ilim talebesi; Van’da, Vali konağında bir muhakkik, Horhor Medresesinde bir müderris, muallim; Doğubayazıt’ta gündüzleri mütalaa ve müzakerelerde, geceleri ise Ahmed-i Xane türbesinde inzivada, manevi terakkilerde; Mardin, Hakkari ve Şırnak’ta, yalınayak aşiretleri gezen, ıslah ve ihya çalışması yapan, toplulukları bilinçlendiren bir ceride-i seyyare, hakikat münadisi; Kurtuluş Savaşı sırasında, Erzurum’da, talebeleri ile birlikte Pasinler ve Hasan Kale Cephesinde, alay kumandanı bir mücahid; Rusya’da, Kosturma şehrinde hem gazi hem esir; Akabinde firari olarak Volga kıyılarında, Viyana’da ve Sofya üzerinden nihayetinde İstanbul’da. Sarıyer’de ilmi ve kültürel faaliyetlerde, Sultan Ahmet Meydanı’ında Hürriyet arayışında, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye’de danışman, aza; Ankara’da, TBMM’de, tüm mebusların karşısında, en büyük hakikatleri haykırmakta, nasihatler etmekte.
Evet, bu satırlar okunurken bile başı döner insanın. Bu şevk ve aksiyon, bu irade ve metanet nasıl da hayran bırakmaz insanı… Öyleyse biz, kaldığımız yerden devam edelim:
Üstad Nursi, İstanbul hayatından sonra, tekrardan Van’a döner. Burada, yeniden başlar inziva ve riyazet hayatı. Daha fazla arınmak, daha ziyade olgunlaşmak için irfani tefekkürler ve ubudiyetlere yoğunlaşır. Burada amaç toplumdan soyutlanmak değil. Tam aksine, topluma daha fazla hizmet etmek için başlar bu süreç. İman’a, İslam’a ve Kur’an’a daha temiz adanmak adına yapılır tüm bunlar.
Bu noktadan sonra yepyeni bir safha başlar. Nitekim tefekkürü bile korkutur dönemin şer odaklarını, karanlık rejimlerini. Ardı arkası kesilmeyen sürgünler, hapishaneler, tecridler, başlar. İlk sürgün durağı Barla’dır Üstad’ın. Barla, Risale-i Nurların ilk inkişaf yeri; Sözler’in giriş kapısı Barla. Üstad Nursi, 8 yıl Barla’da tecrid-i mutlaka altında bir yaşam sürer. En yakınları dâhil kimseyle görüşmesine izin verilmez. Fakat Üstad, Allah’ın inayetiyle bazı yollar bulup yazdığı risaleler aracılığıyla halkı bilinçlendirmeye başlar. Akabinde Isparta’ya tehcir edilir. 8 ay sonra Eskişehir’de, mahkeme salonunda. İmani ve ahlaki eserler yazıp halk arasında yaymaktan ötürü cezaevine atılır. 11 ay sonra Kastamonu’ya sürgün edilir. Tecridler ve sürgünler, Risaleler ile birlikte Lahikaların da neşrine vesile olur. Her birisi bir şevk ve iştiyak verir Kur’an şakirtlerine.
Dur durak bilmez nefyedilmeler, mecburi iskanlar. Burdur, Isparta, Afyon, Emirdağ ve Denizli... Mahkemeler, cezaevleri, karakollar, tarassutlar, hastalıklar, zaruretler… Tüm bunlarla beraber 20’den fazla suikast girişimleri, zehirlenmeler… Her gününe bir bedel, her anına bir yaşanmışlık düşer Üstad’ın… Dönemin kirli otoriteleri altında temiz ve izzetli bir yaşam seçmenin bedelidir tüm bunlar. Üstad, yaptığı hizmetlerle küfrün ve zulmün, nifakın ve hayasızlığın temellerini öylesine sarsmıştır ki, vefatından sonra bile kendisinden korkup naaşını kaçırırlar.
Evet, yazımızın başında Üstad Bediüzzaman ‘’Sıdk’’ ilkesine olan bağlığına değinmiştik. Rıza-ı İlahi üzere Üstad’ın yaptığı hizmetler, verdiği bedeller tamamen bu düstura olan sadakatin bir neticesi idi. Nitekim Kur’an-ı Kerim de birçok ayete ‘’Sıddıklara’’ değinir ve kendilerini Peygamberden sonra ki sınıf olarak ele alır. Yine Kur’an’ı Kerim’e göre sıddıklar, Peygamberlerden sonra en fazla imtihana uğrayan ve en ziyade Allah’ın lütfuna ve ikramına mazhar olan sınıftır.[1] Üstad Bediüzzaman, ‘’İslamiyet’in esası, İman’ın hassası, güzel ahlakın hayatı, manevi yükselişin mihveri, alem-i islam’ın nizamı, toplumsal yaşamın ukde-i hayatiyesi ve kurtuluşun anahtarı’’ olarak nitelendirdiği bu ulvi ilkeye, son nefesine kadar vefa göstermiş ve bağlı kalmıştır.
Hülasa; ‘’Alimler, Peygamberlerin varisidir.’’ Hadisine mazhar olmuş ve sergüzeşti hayatında çektiği çileler, eziyetler ve meşakkatler ile bunu ispatlamıştır. Bir başka şehidin ifade ettiği şu veciz satırlar, Üstad’ın durumunu tam olarak ifade etmektedir:
“Allah dostlarının üzerine belalar yağar, fakat onlar tıpkı yalçın kayalar gibi yerlerinde sapasağlam dururlar. Üzerlerine felaket gelir, fakat onlar sabır ve itaat gözü ile bu felaketleri sadece seyrederler. Bedenlerini belalara, mukavemete terk etmişlerdir. Kalpleri ile Cenab-ı Allah’a uçmuşlardır. Onlar direksiz çadırlar, kuşsuz kafesler gibidirler. Ruhları Allah’ın katında, bedenleri O’nun önündedir.”
Yazımızı, Denizli Mahkemesinde Üstad Bediüzzaman ile tanışıp kendisini Kur’an-ı Kerim’in kutsi hizmetine vakfeden; Edip, ârif ve muallim olan Hasan Feyzi Yüreğil’in, Üstad’ın Denizli’den ayrılışı üzerine yazdığı şiirinden bir kesit ile noktalayalım:
‘’Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.
Nazarın erse garip başıma ey nur-u Hüdâ,
Bugün artık bu hakir bendede umman olacak,
Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab,
Yine haksın, buna şahit yine Kur'ân olacak.
Kab-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân,
O güzel nur-u bedi', mânevî sultan olacak.’’
[1] (Nisa, 69)