Söz&Kalem Dergisi - Abdulhamit Balcı
Allah inancı yani bir yaratıcı inancı insan ruhunda ve düşüncesinde ister istemez bir sorumluluk duygusu yeşertir. Çünkü aşkın bir güç, otorite karşısında boyun eğme, kendini sorumlu hissetme duygusu ile yaratılmıştır insan. Bu boyun eğme ve kendini sorumlu hissetme duygusu “kulluk” ile tezahür eder.
Bu anlamda bir Müslüman için tüm sorumlulukların kaynağını Allah’a (c.c.) ve Resulüne (sav) karşı olan sorumluluklarımız teşkil eder. “Allah’tan (c.c.) korkmayan, kuldan utanmaz” sözünü bu anlamda yorumlamak mümkündür. Çünkü varlık âlemindeki şuurlu veya şuursuz tüm canlıların hareketlerinin hareket noktası, Allah’a (c.c.) karşı olan sorumluluklardır.
Misal Ay ve Güneş’in bir düzen, gece ve gündüzün bir nizam içinde olması; kâinattaki tüm ilahi kanunların ve düzenlerin şaşmadan bir düzen içinde hareket etmesinin yegâne sebebi Allah’a (c.c.) boyun eğmiş olmaları ve Allah’a (c.c.) karşı sorumluluklarını yerine getirme hassasiyetleridir. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Allah’ (c.c.) karşı sorumluluk kulluk bilincinden gelir. Tıpkı bunun gibi insanoğlunun da sorumluluklarının temelinde Allah’a (c.c.) karşı sorumluluklarımız yatar.
Çünkü Allah (c.c)’a karşı sorumluluklarının farkında olmayan bu anlamda sorumluluk bilincinden uzak olan insan, varlık sebebini yani kulluğu da idrak edemediği için bireysel ve toplumsal sorumluluklarını da yerine getirmez. Çünkü insanın yaratılışı ve yaşayışı sorumluluk duygusu üzerine kuruludur. İnsan başıboş ve gelişigüzel yaşayamaz.
Zira Allah (c.c.)’ın “Biz yeri, göğü ve aralarındakileri oyun olsun diye (gelişigüzel ve anlamsız) yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızda edinirdik. Yapacak olsaydık, böyle yapardık.” buyurması bunun en güzel ifadesidir. Evet, bu kâinat ve içindekiler ve nihayetinde insanoğlu eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Onun yaratılmasında bir murat vardır. Ve bu murat da imtihan ve kulluktur.
Şimdi sormak lazım, Allah (c.c.)’ı bilmeyen, dolayısıyla kendisini ve varlık sebebini bilmeyen; imtihanı ve imtihanın insana yüklediği sorumlulukları bilmeyen biri hiç bireysel ve toplumsal sorumluluklarını bilir mi? Bilmez… Çünkü Rabbini ve O’na karşı olan sorumluluklarını bilmeyen biri, hiçbir şeyi bilmez.
Bugün dünya, Allah (c.c.)’a karşı sorumluluklarını bilmeyen, Allah (c.c.)’ı inkâr eden müstekbirlerin dünyayı nasıl da cehennem yerine çevirdiklerine; nesli ve ekini nasıl da ifsat ettiklerine şahit oluyor. Allah (c.c.) yokmuşçasına hesapsız, kitapsız ve hoyratça yaşayanların sorumsuzca hareketlerinin dünyayı nasıl da bir felaketin eşiğine getirdiğini hepimiz müşahede ediyoruz.
Bu yüzden gelişigüzel yaşamak isteyenlerin, bu hayatta bir sorumluluk çerçevesinde yaşamak istemeyenlerin, toplumsal sorumluluklarını inkâr edenlerin, heva ve heveslerinin peşinden gitmek, bayağı dürtülerinin rehberliğinde yaşamak isteyenlerin yaptığı ilk iş Allah (c.c.)’ı inkâr etmek oluyor.
Çünkü bugün inkârcı olduğunu söyleyen ve belki çoğumuzun kınadığı bu insanlar bile, inanmanın ve Allah (c.c.)’a iman etmenin beraberinde bazı sorumluluklar getirdiğini biliyorlar. O halde bir Müslümanın hele de Müslüman bir gencin sorumluluktan uzak bir şekilde yaşaması mümkün müdür? Allah (c.c.)’a karşı sorumluluklarını yerine getirmemesi olabilecek bir şey midir?
Bireysel Sorumluluklarımız
Bireysel yani kendi nefsimize karşı sorumluluklarımızı yerine getirmenin ve bireysel sorumluluklarımızın bilincine varmanın başlangıç noktası da Allah (c.c.)’a karşı olan sorumluluklarımızın bilincinde olmakla başlar. Zira bir insanın kendi nefsine yapacağı en büyük iyilik, Rabbini, yaratıcısını, kendisine rızık vereni, tüm kâinatı hizmetine vereni tanımasıdır. Çünkü insana değer veren unsur, insanın “abdullah” olmasıdır. İnsanın Rabbi ile rabıtası ve bağı ne kadar kuvvetiyse insanın değeri o oranda artar. Dolayısıyla Rabbini bilmeyen ne kendi kıymetini bilir, ne de kendi nefsine karşı olan sorumluluklarını bilir.
Bu anlamda insanın kendi nefsine karşı en büyük sorumluluğu, yaratılış gayesine uygun bir hayat sürmesi ve yaşam serüvenini bu çizgide sürdürmeye gayret etmesidir. Kendi yaratılış gayesine veya fıtratına uygun eylemler içerinde olmayan bir insan her şeyden önce kendi nefsine zulmetmiş olur. Nasıl ki bir eşyayı üretim amacına uygun kullanmamak, nasıl ki o eşyanın bozulmasına sebep olacak ve kendisinden istediğimiz işi gerçekleştiremeyecekse, insanın yaratılış amacına uygun yaşamaması de kendi nefsine zulüm olduğu gibi, bu hayatta aradığı huzur da kendisine haram olur.
Allah (azze ve celle) bu durumu Belkıs’ın diliyle müthiş bir şekilde izah ediyor. “Belkıs, ‘Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum’, dedi.” Ne harika bir ifade değil mi? Evet, insanın Rabbini bilmemesi insanın kendi nefsine zulmetmesidir, çözüm ise âlemlerin Rabbi’ne teslim olmaktadır.
Bu anlamda bu ayki yazımıza bireysel sorumluluklarımıza ve bu konuda ölçülü olmaya dair Siyer’de geçen şu manidar kesit ile son verelim:
Efendimiz (sav), Selmân ile Ebü’d-Derdâ’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selmân, Ebü’d-Derdâ’yı ziyaret ederdi. Bir ziyaret esnasında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona:
- Bu halin ne? diye sorunca, kadın:
- Kardeşin Ebü’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez, dedi. O esnada Ebü’d-Derdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikram edip:
- Buyurun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum, dedi. Selmân:
- Sen yemedikçe ben de yemem, diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebü’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebü’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona:
- Uyu dedi. Ebü’d-Derdâ uyudu, bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine:
- Uyu, diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân:
- Şimdi kalk, dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebü’d-Derdâ’ya şöyle dedi:
- Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Hak sahiplerinin her birine haklarını ver.
Sonra Ebü’d-Derdâ, Peygamber (sav)’e gidip olup biteni anlattı. Efendimiz (sav):
– “Selmân doğru söylemiş” buyurdu.