Söz&Kalem Dergisi - Abdulhakim Çiftçi
İslam hayatı parçalara ayırmaz veya imtihan sahasını kategorize etmez. İslam hayatı ve imtihanı bir bütün olarak ele alır.
Misal, İslam uhrevi hayatı ve dünyevi hayatı birbirinden ayrı görmez. Her iki hayat bir bakıma iç içedir. İslam’a göre dünya hayatı, ahiret hayatının tarlasıdır ve dünya hayatında yaptıklarımız veya yapmadıklarımız, ahiret hayatımızın seyrini belirler. Ya da İslam, ticari hayat ile İslami yaşayış biçimini birbirinden ayrı görmez; fikirdeki inanç ile kalpteki inancı, kalpteki inanç ile ameli yaşantıyı birbirinden ayrı görmez.
Tıpkı bunun gibi, İslam ferdi/bireysel hayatı ve toplumsal hayatı da bir bütün olarak ele alır. Bundan ötürü sorumluluklarımızın ferdi bir yönü olduğu gibi toplumsal bir yönü de vardır. Fiillerimize veya işlerimize yapma noktasından baktığımızda, bireyseldir; fakat bu fiillerimizin etki ve sonuçları itibariyle hem ferdi hem de toplumsal yönleri vardır.
Çünkü kişinin sorumluluk alanına giren hususlar, etkileri yönüyle, başka insanların hayatlarıyla da ilgilidir. İyi veya kötü, olumlu veya olumsuz her eylemin kâinatta bir karşılığı olduğu gibi toplumsal yaşantıda da bir izdüşümü vardır. Tıpkı kelebek etkisi misali, yapılan bir iyilik veya kötülük toplumsal zeminde kendinden çok daha büyük bir etki sahasına sahiptir.
Bu manada Müslüman şahsiyet, içinde yaşadığı toplumdan bağımsız düşünülemez. Bundan ötürü içinde yaşadığımız topluma karşı da birtakım sorumluluklarımız vardır. Bu anlamda en temel sorumluluğumuz, içinde yaşadığımız topluma Allah’ı sevdirme ve onları Allah’a sevdirmek; etkilediğimiz ve kendisinden etkilendiğimiz toplumumuzu iyiliğe sevk edip kötülükten alıkoymaktır.
Nebevi hareket metodunun takipçisi olmak iddiasında olan Müslüman şahsiyet için Hz. Resulullah’ın (sav) hayatı zengin bir kaynaktır. Hz. Resulullah (sav) bulunduğu toplumun sorunlarına eğilmiş, bu sorunlar ile dertlenerek bir çözüm yolu bulmanın gayreti içinde olmuştur. Mekke’deki şirk ekseninde şekillenen toplumsal hayat ve düşünce sistematiğinden, güçlünün zayıfı ezmesinden, küçük kız çocuklarının diri diri gömülmesinden ve her an cehenneme koşar adımlar ile giden toplumun halinden rahatsız olmuş ve Hira’ya yönelmiştir.
Hz. Resulullah’ın (sav) henüz peygamberlik ile müjdelenmeden önce Hira Mağarasına yönelmesi, toplumdan bir kaçış veya soyutlanmaktan ziyade, Allah (c.c) ile sağlam bir rabıta kurmak ve toplumun içine düştüğü bunalım ve çıldırmışlık haline bir çözüm bulma, Allah’tan bir çıkış kapısı istemektir. Hz. Resulullah’ın (sav) Hilfü’l-fudûl gibi bir organizasyonda yer alması ve burada aktif rol alması bunun en güzel bir örneğidir.
Tüm Peygamberlerin –Allah’ın selamı üzerlerine olsun- hayatı bu anlamda bizler için güzel örneklikler taşımaktadır. Örneğin Hz. İbrahim’in (as) içinde bulunduğu ve faydasız taş yığını olan putlardan medet uman toplumu uyandırmak için ateşe girme pahasına putları kırması ve bu suretle toplumun uyanışına vesile olması da bu anlamda harikulade bir örnektir.
Yine Müslüman şahsiyet ve toplumsal sorumluluklarını hakkıyla idrak etmek isteyenlerin, A’râf Suresi’nde kıssalarından bahsedilen Ashab-ı Sebt kıssasını, Yasin Suresi’nde kendisinden bahsedilen Habib-i Neccar’ı; yine Suheybi Rûmî’nin (r.a) Hz. Peygamber’den (sav) rivayet ettiği Kral ve Mü’min gencin kıssasını derinlemesine analiz etmesi yerinde olur.
Evet, Müslüman gençler olarak içinde yaşadığımız toplumdan, mahalle ortamından, üniversite kampüslerinden sorumluyuz. Kendi sorumluluğumuzu taşıdığımız gibi etki/çekim alanımızda olan insanlardan da sorumluyuz. Bu noktada Hz. Resulullah’ın (sav) “Hepiniz çobansınız…” diyerek başlayan mübarek sözlerini siz değerli okuyucu kardeşlerime hatırlatmak isterim.
Nebevi mirasın murisi olan Hz. Resulullah’ın (sav) Mü’minleri bir vücudun azalarına benzetmesi ve bu azalardan birinde meydana gelen sancıyı diğer azaların da hissettiğini ifade etmesi, “toplumsal sorumluluklarımız ve biz” noktasında irdelenmeye fazlasıyla değerdir. Söz konusu Hadis-i Şerif de gösteriyor ki Müslüman şahsiyet, içinde yaşadığı topluma karşı kayıtsız kalamaz.
Müslüman şahsiyetin veya gencin topluma karşı kayıtsız kalması, toplumsal sorumluluklarını terk etmesi toplumsal çözülmeyi ve çürümeyi beraberinde getirir. Bu sorumsuzluk sadece ferdi değil, toplumu da etkiler. Çünkü bu sorumlulukları yerine getirip getirmemenin, toplum üzerinde göründüğünden daha büyük bir izdüşümü vardır. Müslüman toplumun kimliğini kaybetmemesi ve toplumun çözülmemesi için tek tek her Müslümanın üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekir.
“Bana ne?”, “Her koyun kendi bacağından asılır.”, “Herkes kendi mezarına girer, kendi hesabını verir.” Gibi klişe cümleler bugün bağlamından koparılmış ve Müslümanların önüne sinsi bir plan çerçevesinde getirilmiştir. Bu gibi cümleler ile Müslümanların toplumsal sorumlulukları unutturulmuş, en değerli kimliklerinden bir olan “davetçi” kimlikleri ellerinden alınmak istenmiştir.
Fakat kendisine ittiba ettiğimiz Hz. Resulullah (sav) böyle yapmamıştır. O gün Taif’e gidişindeki, Habeşistan ve Medine hicretindeki bir muradı da toplumsal sorumluluklarını yerine getirme endişesiydi. Hem Taif hadisesinde hem de hicretlerden tek murad, Müslümanlara rahat edebilecekleri bir yurt edinme arayışı değildi. Eğer durum böyle olsaydı, Medine İslam Devleti kurulduktan sonra civar ülkelerin krallarına davet mektupları gönderilmez, cihad meydanlarında ter dökülmezdi.
Çünkü O (sav) öylesine güçlü bir toplumsal sorumluluk bilincine sahipti ki, O (sav) kendini tüm insanlığa karşı sorumlu kabul ediyordu. Öyle ki sadık dostları olan sahabeleri, kendisinden sonra ayak basmadık kara parçası bırakmadılar.
Bugün Nebevi hareketin mirasçıları ve takipçileri olarak biz gençlere düşen sorumluluk da budur.
Selam ve dua ile…