‘’Kasabalarda hayat, bozkırın ortasında sürdürülen yolculuklara benzer. Her tepenin ardında "yeni ve farklı bir şey" çıkacakmış duygusu, ama her zaman birbirine benzeyen, incelen, kıvrılan, kaybolan veya uzayan tekdüze yollar...’’
Bulanık bir cinayet soruşturması havasında başlayan film, toplumsal düzen sistemini oluşturan güçlerin hayata ve topluma karşı hissizleşmesini ve taşranın rutinini, hikâyenin içine yerleştirilen cinayetler üzerinden ‘toplumsal vicdan’ı sorgulayarak işliyor.
Anadolu insanının hayatlarından yola çıkılarak yazılan bu film, aslen suçlu olan ama toplumun, toplumsal düzenin suça karşı hissizleşmesiyle suçluların cirit attığı kuralsızlık düzenini öne çıkarıyor gibi. Aynı zamanda film, bir nevi kamu düzeninin işleyişine dair eleştiri de geliştiriyor. Yerel yönetimdeki aksaklıklar gözler önüne seriliyor. Buna savcının ceset torbasını sorduğu sahnede, bürokrasi dünyasının konuşkanlığı eşliğinde şahit oluyoruz. Aslında fazla hiyerarşinin bir yerde iletişimi tıkadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Hastanede umarsızca yapılan otopsinin, cinayeti soruşturan savcının bir memur rutini edasında hareket etmesi vicdanların bile hissizleşebileceğini gösteriyor. Toplumsal rollerinin içinde kaybolmuş doktor, savcı ve diğerleri kişiliklerinden sıyrılmış birer ‘vasıf’tan ibaret oluyorlar bir süre sonra.
Katilin film boyunca masumane bir görüntü oluşturması ‘’suç nedir, suçlu kimdir?’’ gibi soruları akla getiriyor. Ortada bir cinayet varsa toplum olarak katil de maktül de biziz ve hepimizin bu cinayette parmağı var gibi bir düşünce beliriyor. Toplumsal suçlar, en masum gibi görünenlerimizi bile bir şekilde bu suç değirmeninde pay sahibi kılıyor. Öğütülen de insanlığımız.
Otopsi sırasında cesetle değersiz bir et yığını gibi oynanırken doktorun yazdırdığı tutanakla gerçekliğin nasıl da istenildiği gibi örüldüğünü izliyoruz. Gerçeklik, savcı ve doktorun yazdıkları metinlerde yeniden kuruluyor adeta. Gerçekte var olanın hiçbir değeri yoktur artık. Savcının, katibe ne yazdırdığıdır değer kazanan.
Sektör haline dönüşen ve son yıllarda da endüstriye evrilen sinema, insanımıza ait hikâyeleri barındırmaktan bu denli uzakta seyrederken sinema dilinin sınırlarını zorlayarak, estetiğin nasıl olacağına dair ders niteliğinde bir film ortaya koymuş Nuri Bilge Ceylan.
Filmdeki; ‘tren, köpek ve rüzgârda başakların dalgalanması’ metaforlarının uzun sekanslarıyla Tarkovsky etkisini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Sinemanın felsefi ve estetik boyutlarını kullanarak insanoğlunun gerçeklerinin arayışında olan bu tarz filmler, sanatsal zevklerimizi beslerken bizlere bakmayı ve düşünmeyi de öğretiyor.
Bilginin, zamanın, yiyeceğin ve ömür gibi her şeyin hızla tüketilmeye başlandığı bu çağda izlemeyi de hızlıca tüketmeye alıştık. Sanatsal filmleri, özellikle de dakikalarca süren durağan sahneleri izlemek sıkıcı olabiliyor kimileri için. Sabır gerektiren bir iş ne de olsa. Ama bakmayı ve düşünmeyi bilenler için her saniyesi katlanarak anlamlanmaya aday birer an, estetiğin hazzına varmaya talipler için her çekim planı başlı başına bir dünya.
Filmin adı: Bir Zamanlar Anadolu’da
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
Yapım: 2011/Türkiye
Tür: Suç/Dram/Psikoloji
Süre: 153 dk