Söz&Kalem Dergisi - M. Furkan Aslan
İnananların kalplerini birbirine ısındırıp onları kardeş kılan Rabbimizin adıyla…
Tüm bireyler doğal olarak birbirinin istidadına ihtiyaç duyar. Bu karşılıklı ihtiyaç, sosyal yardımlaşmayı doğurur. Bir toplumu gerçek manada bir arada tutan etken, sahip oldukları yardımlaşma ve dayanışma kültürüdür. Bunlar olmadan salt ferdiyetçilik ile toplumlar meydana gelmediği gibi tezatlıklar da oluşur. Bu tabii kanunları bilen İlahi ve Nebevi öğreti, bu hususlara en mümtaz ve ender şekilde temas etmiştir. Bunun bir neticesi olarak ‘İslam Toplumu’ denilen beraberlik meydana gelmiştir.
İslam toplumu demek, iman ve Kur’an nuruyla yoğrulmuş kardeşler birlikteliği demektir. Bu birliktelik, asırlar boyu süregelen ve insanlık aleminin en mümtaz fertlerini meydana getiren bir modeldir. Bu modelin mimarı, Rabbimizin ‘Ey inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir’ ayetine mazhar olan şefkat ve merhamet timsali efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’dir.
Efendimiz (s.a.v), içerisinde nice kan davaları, ırkçılıklar, düşmanlıklar, husumetler bulunan bir toplumun arasına öyle bir kardeşlik modeli imar etti ki belki de tarih sahnesinde eşlerine rastlanmamış fedakarlıklar, kardeşlikler, yardımlaşmalar meydana geldi. Bu güzide neslin ana ilkesi, ‘el-Uhuvve Fillâh’ yani Allah için kardeşlik ilkesi idi. Birbirlerine şefkat duymak, acılarına ortak olmak, eksikliklerini gidermek, mazlum ve mustazaflara el uzatmak, sorunları ve ihtiyaçları ile ilgilenmek bu ilkenin tezahürleri arasındaydı. Bu insani ve sosyal değerler, İslam toplumları için öyle bir önem arz etmektedir ki, bu toplumun bir parçası olmak bu şarta bağlanmıştır. Nitekim Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş sayılmaz.’’(Tirmizi)
Uhuvvet dairesi, kutlu ve mübarek bir birliktelik olduğu kadar aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Allah ve Resulü tarafından ilan edilen bu İslam kardeşliğinin doğal olarak bazı yükümlülükleri vardır. İnsan doğası gereği toplumsal bir varlıktır. Çevresinde yaşanan olaylardan direk ya da dolaylı olarak etkilenecek bir yapıya sahiptir. Bu anlamda İslam kardeşliğinin temeli, bireyin veya toplumun başına gelen imtihan ve musibetlerde kendisini ortak olarak görmesidir. Nitekim Allah Resulü, bu kardeşlik bağını, bir vücudun azalarına benzetmiştir.
Müslümanın üzerine düşen sorumluluk birçok şeyi kapsamaktadır. Bazen manevi/ahlaki bir eksiliğin giderilmesi için gerekli ikaz ve nasihatlerde bulunmak, bazen idari/iktisadi anlamda oluşan bir sorundan ötürü kardeşine yardımcı olmak, bazen de bir musibet ya da imtihandan geçen kardeşinin yarasına merhem olmaya çalışmak… Hiç şüphesiz bunların tümü İslam kardeşliğinin sorumluluk esası içerisinde yer almaktadır.
İslam, sosyal dayanışma ve yardımlaşmayı tesis etmek adına birçok sebep meydana getirmiştir. Zekât, fitre, infak, sadaka vs. gibi vesileler ile Müslümanlar arasındaki yardımlaşma bilincini harekete geçirmiştir. Bu vesilelerin her birisine tanım olarak ‘insanın kendi ahiretini imar etmesi ve dünyasını da mamur kılması’ denilebilir.
Rabbimizin esma-i hüsnasından biriside el-Mâlik’tir. Yani her şeyin, tüm mevcudatın tek ve yegâne sahibi ve mutasarrıfı anlamına gelmektedir. Buna mukabil Kur’an’ı Kerim’in beş farklı suresinde geçen ‘’Karz-ı Hasen’’ (قَرْضاً حَسَن)اً tabiri pek manidardır. “Allah’a güzel bir borç vermek’’ manasına gelen bu sözün anlam ve önemi çok ilgi çekicidir. Yani Rabbimiz, bizleri hayra teşvik etmek için sahip olduğumuz her şeyin Mâlik’i olmasına rağmen bu kavramı kullanıyor. Akabinde, kendi yolunda yapılan harcamaların bereketini kullarına öyle bir şekilde nasip etmektedir ki, bu bereket yedi yüz katına kadar çıkmaktadır.
‘”Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, yedi başak bitiren ve her başakta yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah, dilediğine kat kat fazlasını da verir. Çünkü Allah, lütfu pek geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilendir.’’(Bakara, 261)
Bir Müslümanın başka Müslümanlara yardım etmesi, Allah’a itaat ve ibadet mesabesinde olan her harcama, “Allah yolundadır’’ Kur’an’ın ifadesi ile ‘fi sebilillah’tır. Bunların en faziletlisi ve Allah’a yakınlaştıranları ise musibet ve ağır imtihanlarda Müslümanlara destek olmaktır. Bu manada yardım edenlerin mükafatı, toprağa ekilen ve bire yedi yüz veren buğday tanesi örneği ile beyan edilmiştir. Ekseriyetle iyiliklerin sevabı bire on olduğu halde bu husus azami derecede önem teşkil ettiğinden Rabbimiz bizleri daha ziyade teşvik etmiştir.
Konumuzu, İrfan kitaplarında geçen şöyle bir hikemi kıssa ile noktalayalım:
Günlerden bir gün bir gurup insan ariflerden birine kardeşlik ve dayanışma kültürünün nasıl bir şey olduğunu sormuşlar. Bu zat, somut bir örnek üzerinden meseleyi gayet vazıh bir surette açıklamış. Öncelikle yardımlaşma ve kardeşlik kültüründen bihaber olan bir gurubu yemeğe davet etmiş. Davetliler gelip sofraya oturduktan sonra tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından derviş kaşıkları denilen bir metre uzunluğundaki kaşıklar çıkıvermiş.
Ârif zat davetlilere şöyle bir şart koşmuş:
-“Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.” Davetliler:
-“Peki’’ deyip şaşkınlıkla gelen sıcak çorbayı içmeye çalışmışlar.
Fakat ne yaşasınlar? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü çorbayı içemiyorlar. Çorbalar dökülüyor ve etrafa saçılıyor.
En sonunda bakmışlar ki beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Soruyu soranlar şaşkınlıkla ârif olan şahsa bakmışlar ve yaşananlara bir anlam verememişler.
Bunun üzerine bu zât şöyle söylemiş:
-Şimdi size, kardeşliğin ve yardımlaşmanın ne olduğunu pek iyi bilen başka birilerini göstereceğim.
Tekrar çorbalar yapılmış, sofralar kurulmuş ve yine aynı şekilde bir metrelik kaşıklar bırakılmış sofraya. Fakat bu defa ki misafirler kaşıkların tuhaflığına hiç takılmadan direk sofraya oturmuşlar. Yüzleri nurlu, alınları ak bu kimseler, uzun kaşıkları çorbaya daldırmış ve her biri karşısında oturan kardeşine içirmiş çorbayı. Hep birlikte doya doya içmişler. Akabinde Rabbi Rahimlerine şükür ve senada bulunup ayrılmışlar oradan.
Yaşananlar üzerine şöyle buyurmuş Allah’ın ârif kulu:
“Her kim hayat sofrasında kardeşlik ve yardımlaşma duygusuna erişmeden yaşarsa, bu sofradan ilk misafirler gibi nasip alamayacaktır ve aç kalkacaktır. Ve her kim, kardeşini düşünür, onunla yardımlaşma içerisinde olur ve onu doyurursa, kendisi de ihtiyacı olduğunda yardım görecek ve mahrum bırakılmayacaktır. Ve şunu asla unutmayın: Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır!’’