Çok derin ve anlamlı bakışlar eşliğinde gözlerini önündeki mezarlığa dikmiş, adama yaklaştı. Evvelcesinde de yakınının mezarlığını ziyaret ederken, dikkatini çekmişti. Adamın onu fark etmediğini anlamış olacak ki sesli olarak mezarlık ziyaretinde okunan duayı ve Fatiha suresini okudu. Dalgın adam ne yönelip ona baktı ne duruşunu değiştirdi ne de yüz hattını. Sakin bir edayla ona yaklaşıp: "Amca iyi misiniz?" sorusunu ona yönelterek, iyi olup olmadığını anlamak istedi. Niyeti, onunla konuşmak, varsa bir derdi dinlemek, hiç değilse dua edip ona teselli olmaktı. Adam hiç duymamış gibi tepkisiz kaldı. Herhalde yalnız kalmak istiyor düşüncesi ile tam gitmeye yeltendi ki yaşlı adam: "Asıl iyi onlar, biz burada çürüdük dedi."
Bu yaşlı ve bir o kadar derviş suretinde olan adamın bu dönütü onu ziyadesiyle etkilemiş, olabildiğince bu konuşmayı sürdürmek gelmişti içinden. Yeniden ve nasıl bir soru soracağını düşünmeye dursun, adam cevabının ardındaki sessizlik sonrasında şöyle dedi: "Bir Fatiha da bana oku evladım belki içimde kapalı kalmış kapıların açılmasına vesile olur." Bu istek sonrasında hem daha bir meraklanmış hem de onunla muhabbet edebilme cesareti kaim olmuştu.
Usulca onun oturduğu yere yakın bir yerde oturdu, niçin böyle bir talepte bulunduğunu sorgulamaksızın besmele sonrasında bir Fatiha okudu. Birlikte âmin dedikten sonra şöyle dedi: "Yakınınız olmalı, Allah rahmet eylesin." "Âmin, bana ve sana da” diyerek yanıt verdi yaşlı adam. Bir an düşündü, acaba kendisi de filmlerde olduğu gibi ölüp bedenini ziyarete gelmiş olabilir miydi? Hatırladığı kadarıyla hayır. En son dedesinin mezarını ziyaret etmek için evden çıkmıştı ve sağ salim varmıştı buraya. Herhalde adamın kendinden emin ve vakur duruşu beni bu düşünceye sevk etmiş diye düşünerek ona şu soruyu yöneltti: "Ama ben ve sen ölmedik ki, yaşıyoruz hala." " Bardağın dışındaki su, su değil midir? Yer altındakiler dışında Rahmet-i İlahi aktif değil mi sanırsın?” diye cevapladı yaşlıca adam. “Vay ki biz kavramları da konserveletip yalnızca bir zamana hapsettik." diyerek yanıtladı. Bir müddet tefekkür ile geçen sessizlik oluştu.
Şimdi biraz daha emin olmuştu, bu adam derviş misali dışardan hiçbir şey bilmeyen birine benzer iken iç âleminde ne güzel inciler barındırmıştı. Sahi eşyanın iç yüzünü okuyabilen kaç kişi kaldı şu zamanda? Kaç kişi markalı gözlüğü takmadan yorumluyordu bir şeyleri? Acaba onları farklı kılan neydi? Ya da onların bakış açısı ile bizi farklı ve kör kılan neydi? Neydi o aradaki uçsuz bucaksız fark? O tüm bunları düşünürken derviş bu sefer ona bir soru yöneltti. "Seni buraya getiren nedir evlat?" Buraya gelmeden önceki haline gitti, sıkılmış ve ruhu daralmıştı. Dedesi hayatta iken böyle anlarında hemen onun yanına gider onun muhabbeti ile toparlanıp şarj olurdu. Vefat edeli iki yıl olmuştu, ara ara iç dünyasında depremler yaşandığında soluğunu hemen onun yanında alırdı. Şöyle cevapladı: "Kendimi çok iyi hissetmiyordum bu aralar, onun için dedemin kabrini ziyaret etmek istemiştim."
Bu cevap adamın hoşuna mı gitti bilinmez ama ilk kez ona yönelerek bir bakındı. Devamında şöyle dedi: "Adımların seni doğru yere getirmiş oğul, şimdilerde kabir ziyareti yalnızca toprağı henüz kurumamış taze ölülerin ziyaretinde yapılıyor, acı olan da ne biliyor musun? Vefa'ya dair çok israfçı şu asrın insanı. Sözde tüm bu eylemlerini vefa adı altında yapıyor, halbuki sırf ayıp olmasın diye tüm bu koşturması. Çok şükür ki mezarlık ziyareti henüz herhangi bir trendde ve akımda yer almıyor, eğer trendlere düşerse sen o zaman gel gör halini."
Adam konuştukça içinden “ah be amca nasıl da haklısın” diyordu, yaşının hayli ileri olmasına rağmen hem şu çağda var olan şeylerden haberdardı hem de onun gerçek yüzünden. Bu sefer o getirdi konuşmanın devamını: "Amca yakınınızın hikayesini dinlemek isterim, tabi sizin için de mahsuru yoksa." Adam derin bir iç çekiş sonrasında "Kelime ve kelamı çok yorar olduk evlat, onların da belli bir yere kadar bizim duygularımıza eşlik ettiğini unuttuk. Bir yerden sonra sonrası bizi aşar. Kelimler bir yerden sonra, benden bu kadar der de biz anlamamızlıktan geliriz her defasında. Şimdi sana sorsam senin oralarda acının gramı kaça ne cevap verirsin? Hüzün sizin oralarda hangi mevsimde yoğun bir şekilde var? Ayrılığın rengi yalnızca siyah ile mi sınırlıdır? Bir vuslat için çekilen onca çilelerin bedelinin tutarı kaç eder? Sevgi yalnızca gözün gördüğü, kulağın duyduğu bir varlık olarak mı anlaşılıyor sizin lügatinizde?”
“Desem ki ne sevginin ne acının ne hüznün ne de ayrılığın tanımı var, şu garibanı deli mi addedersin? Desem ki bazı hissiyatları anlatmaya cesaret eden kelime yok, beni Türkçesi zayıf olarak mı tanımlarsın? Ne dersen de evlat, herkesin çektiği acının, sevginin ve hüznün gramı farklıdır. Ne sen başkasının ne de başkası seninkini bilir. Anlayamaz da mı dersen şayet, kendisi dışında herhangi bir şeyi vefa ile sevebilmişse evet anlar. Ama o da anlatamaz anladığını, çünkü acı ve hüzün ve dahi sürur hal ehli için kendini yalnızca sahibinde resmeder. Onun tanımı yaşamak, dili ise işaret dilidir. Şimdi sana merhumu, onunla olan yaşantımı anlatsam ne kadarına güç getirebilirim dersin. Kronolojik bir sıralama dışında üzgünüm ama hep yarım hep eksik kalacak anlattıklarım. Gel biz kelamı gücü dışında zorlamayalım, hal ehli isen elbette nasibin kadar anlamış olacaksın zaten."
Amca konuşurken kendi acılarına gitti, yaşamış olduğu firakların ve hüzünlerin resmine. Evet, haklıydı bu derviş herkesin acısının ölçüsü çok farklı idi. Sanki neyle, hangi orantıda bağ kurulmuş ise o derece ağırlığı artıyordu. Onu daha fazla zorlamadan yalnızca "çok haklısın" demekle yetindi. Bir ufak sessizliğin ardından devam etti konuşmasına: "Vaktini çok zayi etmek istemiyorum amca, yalnız şu garibana da bir iki kelam, nasihat buyurmaz mısın?"
Derviş bu sefer oturuş pozisyonu değiştirerek ona yöneldi, bu onun genç adamı benimsediğini gösteriyordu. Şöyle başladı: "Acıkınca yenilen yemek vakit kaybı olmadığı gibi bedeni sıhhat ve selamete sebeptir. Gönül dünyasının nasihat ve muhabbete ihtiyacı olduğunu hisseden ve bunu kabul eden insanın duyacağı kelam da vaktin hebası değil, ruhun doymasına delalet eder. Onun için evlâ olan odur ki, insan muhatabının açlığına göre konuşsun. Hayatında şu üç şey senin mihenk taşın olsun:
İlki, insanı dünyada yaşatan sevgidir, ahirete ulaştıran ise amel. İkincisi, acıyı, hüznü, imtihanları kıyaslama, gör, anla ve hisset. Sonuncusu da az konuş, çok dinle. Bu durum konuşulanların sende bulduğu karşılığı bulmanı sağlayacaktır.
“Şimdilik bu kadar kâfi evlat, bir gün olur da yeniden denkleşirsek devam ederiz. Bugün anlamı yeterince yorduk, şimdi anladığımızı sorgulama vakti. Ziyaretin kısası makbuldür denilirdi, biz bugün epeyce uzattık. İzin alıp, kalkalım.” Eve dönerken konuşmaları düşünüyordu. Görünürde kısa sürmüş olsa da çok şey söylenmişti aslında. Şu cümleyi tekrarladı: "Acıyı, hüznü, imtihanları kıyaslama, gör, anla ve hisset."
Söz&Kalem | Müzeyyen Sena Titiz