Yavaş adımlarla iki basamak indi. Dizleri onu daha fazla taşıyamadı. Bulunduğu basamağa çöküverdi. Sürekli dalıp gidiyordu. Aylar önce toprağa verdiği evladının yetimlerine hem ana hem baba olmuştu. Büyütüp okuttuğu ciğerparesini zulmün kara yüzü tekrar küçültüp(!) kucağına koymuştu. Şimdi de onları büyütüyordu.
Oğlu mahallenin kuşatılması sonucunda mahsur kalmış, evi bombalanmıştı. Evladının ve gelininin yanan bedenini tanımakta zorlanmıştı. Allah’tan evladı tedbirli davranıp çocuklarını bir gün önce annesine bırakmıştı. Yavrusuna duyduğu hasret bir yandan yüreğini dağlarken, bir yandan da yanan bedeni, üç aydır gözünün önünden gitmiyordu. Her an acısı katmerleniyor, bazen tahammül sınırlarının çok üzerine çıkıyordu.
Eşinin akrabalarının da olduğu Diyarbakır’a, birkaç ay önce kardeşiyle birlikte, -ne var ne yok satıp- gelmişlerdi. Bir gecekondu kiralayıp yaşamaya başlamışlardı. Günlük işler yapan yaşlı kardeşi, evin geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Hala inanmakta güçlük çekiyordu. Birkaç yıl içinde her şeyini kaybetmişti. Zengin ve nüfuzlu bir ailede büyüyen, yıllarca Müslüman çocukları okutan muallime Zehra, ömrünün ahirinde çetin imtihanlarla sınanıyordu.
Şeref dolu bir hayat yaşayan bu yaşlı kadına şimdi mülteci/sığınmacı gözüyle bakılıyor, dilenci muamelesi yapılıyordu. Aziz İslam’ın kardeş ilan edip, diğer Müslümanların malına ve yurduna ortak ettiği muhacirleri, ülkeler ekonomiye yük ve istikrar bozucu olarak görüyorlardı.
Bazı müstesna İslam memleketleri bu mazlum Müslümanlara ev sahipliği yapıyor, kucak açıyordu. Onların da imkânları kısıtlı oluyordu. Zehra kadın bu konuları düşündükçe göğsüne o son zamanlarda aşina olduğu sıkıntı çöküyordu. Gerçi eşinden dolayı dilini iyi bildiği bu memlekete, diğerlerine göre daha kolay uyum sağlamıştı. Bunun için durmadan şükrediyordu. Ama bu yaştan sonra vatanını terk etmek çok ağrına gidiyordu.
Çocuklar komşulardan birinin verdiği eski televizyondan çizgi film izliyorlardı. Bu günün bayram olduğunu henüz bilmiyorlardı. Allah bu günü bayram ilan etmese asla bayram demeyecekti.
Eski bayramları anımsadı. Kestikleri kurbanlarla bir mahalleyi doyururlardı. Fakat şimdi en son ne zaman et pişirdiğini bile hatırlamıyordu. Kendi adına değil de içerideki yetimleri düşününce yüreği burkuldu. Gözleri doldu. Gözlerini yumduğunda firar eden yaşları hızla silip ayağa kalktı. İstiğfar etti. Ye’se yer yoktu. İçeriye girmeye niyet etti ki; kapı çaldı. Kardeşi içeride olduğuna göre kim olabilirdi? Kapıya yaklaşıp Kürtçe sordu:
Kim o?”
“Benim, bugün Kurban bayramı, size kurban eti getirdik.”
Yaklaşıp kapıyı açtı. Karşısında kumral, uzun boylu, zayıf bir genç duruyordu. 15-16 yaşlarında ancak vardı. Bakışlarını yerden kaldırmıyordu. Temiz giyimli, güzel yüzlüydü. Poşeti yaşlı kadına uzattı. Biraz geride duran iki gencin ellerinde de poşetler vardı. Çocuğun elinden poşeti aldı. Gençlere tekrar baktı. Çok garip bir duyguya kapıldı. Yüzlerinde çok farklı bir ışıltı vardı. Bu nuru, hem şehit oğlunu son gördüğünde yüzünde görmüş, hem de yaralarını sardığı birkaç şehidin yüzünde rastlamıştı. Nedense korktu. Muhtemelen yıllardır yaşadıkları savaşın etkisiydi. Üzerinde durmamaya çalıştı.
Tam kapıyı kapatacakken ona poşeti uzatan çocuğun alnından şakağına süzülen ter damlasına gözü takıldı. Güneşin ışığıyla parıldıyordu. Yaşıtları sokaklarda eğlenip, bayram ederken bu gençler, onlara da bayram ettirmek için kapılarını çalıyor, gönül alıyor, yaralara merhem sürüyorlardı. Oysa onun ikram edecek bir şekeri bile yoktu. Çocuk tam gidecekken: “Oğlum size bir su vereyim. Bizim evin yolu yokuş, terlemişsiniz.” Durdular. Başlarını eğip beklediler.
Zehra kadın hemen bir pet şişe su ve bir bardakla geldi. Çocuk suyu aldı. Önce arkadaşlarına verip sonra kendisi içti. Yaşlı kadın ümmete hizmet eden bu gençlere umutla baktı. İmanın, fedakârlığın ve diğergamlığın en güzel örneğiydiler. Çocuğun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. “Allah razı olsun ana.” Yine o mahcup tebessüm yüzünü süslüyordu. Birkaç adım yürüyen arkadaşları ona seslendiler:
“Yasin, hadi gel” Kadıncağız arkalarından bakarken muhabbetle çocuğun adını tekrarlıyordu: “Adı YASİN’miş, YASİN”
***
Aradan iki gün geçmişti. Kardeşi Kürtçe kanaldan haberleri izliyordu. Zehra kadın sofraya yemek taşıyordu. İki gündür bu evde et pişiyordu. Onun kursağından pek geçmese de çocukların mutluluğu ona yetiyordu.
Bir tepsiye bir sürahi su ve birkaç bardak koydu. Odaya adım atar atmaz tam karşıdaki televizyonun ekranına gözleri takıldı. Durdu. Bir adım daha atamadı.
Televizyondaki resim, bayram günü onlara et getiren, kara gözlü çocuktan başkası değildi. Kesik kesik anladığı haberi muhabir hızla anlatıyordu:
“Bayram günü kurban eti dağıtan Yasin Börü ve arkadaşları… Kobani’deki olaylar bahane edilerek… Öldürülen Börü ve arkadaşlarının silahsız olduğu…”
Sanki başından kaynar sular döküldü. Dinlemeye devam etmek istiyordu ama kulaklarında korkunç bir uğultu vardı. Gözlerinin önüne bu yetimlere iki gündür bayram ettiren, fidan boylu çocuğun, mahcup edası geldi. Boncuk boncuk terleyen pak alnı ve o yüzündeki ışıltıyı anımsadı. O kesinlikle bir şehit ve zulme bir şahitti. Ekrana baktı.
“Mahsur kalan börü ve arkadaşları balkondan atılarak, üzerlerinden araba… Yanmış haldeki Yasin Börü’yü babası, ayağındaki benden teşhis etti…”
Aylardır gözünün önünden hiç gitmeyen sahneleri bütün benliğiyle tekrar tekrar anımsadı. Evladının yanmış bedenini yeni görmüş gibi oldu. Bu gençlerin annelerini düşündü. Birden bütün gücünün çekildiğini hissetti. Elindeki tepsi büyük bir gürültüyle düştü. Kolları boşlukta sallanmaya başladı. Vücudu soğuk soğuk terledi. Bacakları daha fazla onu taşıyamadı. Dizleri üzerine çöktü.
Çocuklar ağlamaya başlamışlardı. Kardeşi ona sesleniyordu:
“Zehra! Zehra ne oldu?” Bir süre hiçbir şey yapamadı. Kardeşi omuzundan tutup sarstı. Uykudan uyanır gibi oldu. Yaşlı adam korkmuştu. Gözyaşları içinde adamcağıza baktı. İnilti gibi bir sesle:
“Bir şey yok. Çocuklarla ilgilen, sana sonra anlatırım.” diyebildi. Adam çocukları sakinleştirip sofraya tekrar oturttu.
Zehra kadın savaştan kaçmış, çok kere zulüm ve vahşete tanık olmuştu. Fakat böylesi bir vahşeti, hiçbir yerde görmemiş, kimseden de duymamıştı.
Bir insanın kaç canı vardı ki! Bir çocuk kaç kere öldürülebilirdi?..
Üstelik burada savaş bile yoktu. Bu zulme nasıl fırsat verilmişti? Devletin askeri, polisi neredeydi? Neden müdahale etmemişti? Aklı mantığı durmuştu.
Yine yaşlı yüreği kabarıp ruhu sıkılmıştı. İnsan bazı acıları nerede görse tanırdı. Öyle konuşmadan ve tarife ihtiyaç duymadan… Gözü değse yüreği kanardı. Hatta önünden geçse kokusundan tanırdı. Hiç şikâyet edilmese bile çığlıkları duyardı. Zaten ona göre çoğu zaman konuşmak, tariften ziyade ucuzlatıyordu işi.
Ah! Şuan bir şefkate, bir teselliye nasıl da muhtaçtı. Islanan yanaklarını sildi. Bütün gücünü toplayıp ayağa kalktı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Yan odaya geçip teselligahını buldu.
Bir secde yerinde kalbini onardı. Yaralarını sardı. Evladına ve ümmete “Kurban” olan bu gençlere de birer Yasin okudu. Ailelerine sabır için Allah’a yakardı. Tek mutluluğu ise bu şehitleri bir an bile olsa tanımanın ve onlara bir bardak su ikram etmenin şerefine nail olmaktı. Bunun için Rabbine hamd etti.