Bir anda ne kadar çok şey kaybedebilirsiniz? Bir dakikanın yarısı veya çeyreği sizden neler alabilir? Her gün duyduğunuz alarm sesini bir gün yerin altından duysanız ne hissedersiniz?
O zamanlar bu soruların cevaplarını bilmiyordum. Bir at gözlüğü takmış gibiydim. Sadece hedefime doğru koşuyordum. İyi bir mimarlık okumama rağmen bir yerlere gelmek için deli gibi çalışmam gerekiyordu. O gün annemlerin Yalova’daki evinde kalıyordum. Annem, babamın vefatından sonra yalnız kalmıştı. Durmadan yanıma gel, diye arıyordu. Okul bitince bir inşaat firmasıyla anlaşmış, çizimlere başlamıştım. Sakin olur diye buraya gelmiştim.
O geceye kadar hiç durup sahip olduklarıma bakmamıştım. Benim için önemli olan tek şey hedefim olmuştu. Önce iyi bir okul, okul boyunca en başarılı olma hırsı ve tabi ki işimin en iyisi olmak. Şimdi buradan bakınca o yıkımın aslında bizim hırslarımızı da yıkıp geçtiğini anlıyorum. Hırslı olmamda karakterimin etkisi varsa da sadece başarı odaklı yetiştirilmemin payı büyüktü.
O günlerde en büyük sorunum annemle anlaşamamaktı. Evin içinde kendim hiç konuşmadığım gibi annemin her zaman sohbet etmek istemesine de tahammülüm yoktu. Her yemekten sonra çayını alır, odama gelirdi. Oğlum sen çalış deyip yanıma oturur. Bütün gece durmadan konuşurdu. Onu dinliyormuş gibi görünsem de aklım sürekli projemde, çizimlerimdeydi. Kendi kendine konuşur, benim dinlemediğimi anlayınca alınır, sitem ederdi. Bazen sıkılıp gidinceye kadar dinlerdim. Fakat bazen ona tahammül etmez, kızar, kapıyı kapatırdım. O gece yine öyle oldu. Çok sitem edince yemekten sonra balkonda çay içtik. Yine:
- Seniha’nın kaynanası yanına taşınmış. Karşı komşudan duydum, diye söze girdi.
- Anne Seniha kim? Tanımadığım insanlar…
- Bizim üçüncü kat yok mu? Öğretmen olan kadın. Geçende kapıda gördüğümde ona demiştim… Konuşmasının neresinde zihnimin koptuğunu hatırlamıyorum. Bedenim burada, ruhum çalışma masasındaki çizimlerdeydi. Bu gidişle işi tamamlamam birkaç gün daha sürecekti. Bundan önemlisi mutlaka çok iyi bir çizim çıkarmam gerekliydi. En iyisi benim projem olmalıydı.
- Sen beni dinlemiyorsun? Dedi annem. Kırgın gibiydi.
- Dalmışım! Ne diyordun?
- Babaannen diyorum. Hatırlıyor musun babanla umreye niyetlendiydik. Babaannen duyunca, vay sen misin benden önce karını götürüyorsun! Benim ayağım çukurda, siz nasılsa gençsiniz, gidecek vaktiniz var demişti. Babanla gittiydiler. Onlar dönene kadar ağlamıştım.
- Hatırlamadım anne! Hem babaannem ne alaka? Seniha’ya ne oldu? Dedim güldüm. Omuzuma vurdu. Sitemliydi:
- Hayırsız evlat! Beni dinlemiyorsun. Aklımı kullanıp ondan kurtulmalıydım:
- Bak, sana ne diyeceğim. Ben bu projeyi bitireyim. Sen de bana yardımcı ol. Teslim edeyim. Beğenirlerse senin oğlunun çok parası olur, o zaman seni umreye gönderirim. Ne dersin? Gözleri parladı. Beklemediğim kadar duygusallaştı:
- Nee! Halil’im, güzel yavrum, baban beni götürmedi. Abin hayırsızın biri. Sen göndersen hayatım boyunca sana duacı olurum! Gözyaşları akıyordu. Artık lafı getirmek istediğim yere getirdim:
- Ama bak beni bu kadar lafa tutarsan bitiremem! Ne dedim, bana yardımcı olursan!
- Ne demek oğlum! Sen hemen kalk çalış!
Annemi atlatmıştım. Böyle zekice bir plan bulduğum için kendimle gurur duyuyordum. Odaya kapanıp çalışmaya başladım. Birkaç saat çalışınca annem kapımı çalmıştı. Gülümsüyordu. Elinde kahve vardı.
- Oğlum yorulmuşsundur. Sana kahve yaptım. “İnşallah yine oturup kalmazsın” diye düşünüyordum.
- Seni hiç rahatsız etmeden şuracığa bırakayım. Sen çalış emi! Kahveyi masaya koyarken elleri titrediği için kahvenin birazını döktü. Sinirlendim:
- Anne ne yapıyorsun? Mahvediyordun çizimleri! Mahcuptu.
- Bu ara ellerim titriyor, neden bilmem! Kusura kalma!
- Yaşlılıktandır o, yaşlılıktan. Başını eğdi, çıktı. Kaç saat çalıştım bilmiyorum. Biraz uyuyup sonra devam edecektim. Işığı söndürüp camdan dışarı baktım. Hava çok sıcak, deniz çok sakindi. Bu sessizlikte bir fırtınanın gizlendiği elbette aklıma gelmemişti. En çok dikkatimi çeken yıldızların çok parlak ve yakın olmasıydı. Sanki elimi uzatsam alabilecektim.
****
Büyük bir sarsıntıyla uyandım. Yataktan fırladım. Ne olduğunu anlayamıyordum. Her zaman hareketsiz duran zemini biri tutmuş ayağımın altından çekiyordu. Kapıya yöneldim. O anda aklıma projem geldi. Masanın üzerindeki kâğıtları çekiştirdim. Kabaca sarıp koltuğuma sıkıştırdım. Aklımda sadece kendimi dışarı atmak vardı. Tam dış kapıya yönelmiş çıkıyorken annem seslendi.
- Halil, yavrum korkma! Bir an için onu unutmuştum. Ama o unutmamıştı. Utandım. Ona doğru gittim. Koridoru geçerken sarsıntı beni duvardan duvara vuruyordu. Bir yandan bağırıyordum:
- Anne ne oluyor?
- Zelzele oluyor yavrum, korkma!
-Sen dur kıpırdama, geliyorum. Ona kavuşup belinden kavradım. Koltuğumun altına da sıkıştırıp yürümeye çalıştım. Gövdeme sımsıkı sarılmış, durmadan dualar ediyordu.
-Allah’ım sen bize yardım et! Halil’ime güç ver. O daha beni umreye gönderecek. Ondan sonra da namaza başlayacağım. Söz veriyorum. Hem ağlıyor, hem feryat figan dua ediyordu.
Bin bir zorlukla zemin kata indik, yarı belimize kadar suya batmıştık. Bereket ki birinci kattaydık. Bina çökmeden inmiştik. Kendimizi dışarı atıp olanca hızımızla ilerlemeye çalışıyorduk. Denizin dalgaları kabarıyor, yükseliyor, bir çanaktan boşalırcasına şehrin üzerine dökülüyordu. Sahilde ne varsa hepsine vuruyordu. Çekilince de her şeyi önüne katıp götürüyordu. Anneme sımsıkı sarılmış, bir köşeye sinmiştik.
Çocukluğumdan beri bildiğim, her yaz tatilimizi geçirdiğimiz evimizi ve mahallemizi tanıyamıyordum. Etrafıma bakınca kocaman bir hiçlik vardı. Bütün bir mahalle enkaz halindeydi. Benim bütün ömrümden daha uzun bir an hayatımızı alt üst etmişti. Sonradan binlerce insanın her şeyini yutan bu sarsıntının 40 saniye sürdüğünü öğrenecektim.
Çevrede zombi gibi sağa sola çığlık çığlığa koşuşan, sürünen insanlar; evladım diye bağıranlar, kolu bacağı kopanlar, balkonlardan atlayanlar… Yaşadıklarımız bir film sahnesi veya bir kıyamet senaryosu gibiydi. Sonradan yaşadığımız o dehşeti anlattığımda kelimeler, basitleşip sığlaşıyor, o anları ifade etmekte yetersiz kalıyordu. Kelimelerin ne kadar kifayetsiz olduğunu o zaman anlamıştım.
Küçük artçılardan sonra sarsıntı durmuştu. Dikkatimi ilk çeken şey insanın mücadele azmiydi. Herkes bir çaba içindeydi. İçeride yakınları kalanlar yardımlaşarak bir şeyler yapıyor, kimi yaralılara yardım ediyor. Erkekler ailelerini sakinleştirmeye çalışıyordu. Ben yanımda hala titreyen, durmadan kıpır kıpır dualar okuyan anneme baktım. Sağ elinde sımsıkı tuttuğu bir şey vardı. Eline uzandım. bunlar benim proje kâğıtlarımdı. Islanmış kâğıtlar birbirine yapışıp kalmıştı. Kâğıtlar hangi ara onun eline geçti, nasıl korudu bilmiyorum. Yaklaştım başından, titreyen ellerinden öptüm. Ağlıyordum.
- Annem, bak biz ikimizde iyiyiz. Bizim apartmana baktı.
- Her şeyimiz yıkıldı. Ama sen iyisin!
- İyiyim anne sende iyisin. Bu bize yeter. Ağlaştık. Islanıp masmavi mürekkebe doyanmış projeme baktım. Bu kadar önemsediğim kâğıtların, hayatını bana adayan kadının yanındaki kıymetsizliğine anlıyordum. Deprem sanki kalbimin içinde olmuş, üzerine inşa ettiğim acımasız kabuğu kırmıştı. Altından vicdan, merhamet, sevgi çıkmıştı.
Hava aydınlanmaya başlamış, herkes ilk soku atlatmıştı. Annem bana yaslanarak oturmuştu. Ben açılmış bir tomar kâğıda boş boş bakıyordum. Kâğıtta çizimler dağılmış, her şey bozulmuştu. Gözümün önünde yıkılan, dağılan şehrin bu çizimden tek farkı gerçek olmasıydı. Bu sayfanın üzerinde çizdiğimiz proje nasıl dağılmışsa inşa edilip kullanılan evlerde yıkılıvermişti. Bu dünyadaki hırslarımız, hayallerimiz hatta hayatlarımız bu kadar mı pamuk ipliğine bağlıydı? İnsanın her şeyini kaybetmesi bu kadar kolay mıydı? O anda herkesin hissettiği ortak duygulardan en acısı çaresizlikti. İnsanın iliklerine işleyen, bir ömür unutamayacağı kadar güçlü bir çaresizlik. Bununla birlikte herkesin aklında o korkunç soru bir ucube gibi dolaşıyordu.
“Şimdi ne olacak?”
Benim kafamın içi de en az o enkaz kadar alt üst iken beni çok etkileyen ve hayatım boyunca hiç unutamayacağım bir şey oldu. Bir alarm sesi duyuldu. Sonra birkaç tane daha… Yakın uzak bir sürü alarm sesi… Fakat bu kez toprağın altından… Saat 5 olmuş, insanların sabah işe gitmek için veya namaz kılmak için kurdukları alarmlar çalıyordu.
- Didididit, didididit…
Her zaman duyduğum bu tanıdık ses, ilk kez içimi ürpertiyordu. Hafif bir titreme hissettim. Yalnızca yarım dakika içinde hayatımız alt üst olmuştu. Bu ses kulağıma, aniden kaybettiğimiz her şeyin ardına yakılmış bir ağıt gibi geldi. Ve ya iliklerimize kadar hissettiğimiz çaresizliğin, yıkımın ve yenilmişliğin ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi. Sanki bize kendini her şeye sahip gibi görüyorsun ama buranın asıl sahibi değilsin, diye haykırıyordu.
*1999 yılında yaşanan Yalova depreminde bir tanığın anlattıkları hikayeleştirilmiştir.
Söz&Kalem - Meryem Varol