-Şimdi siz, bu kampa okulu kurdunuz ama hala hoca yok öyle mi? Eşine sıkıntıyla baktı.
-Evet, maalesef ders verecek kimseyi bulamadık. Kamp şartları çok kötü olduğu için kimseyi gelmeye ikna edemedik. Erkeklere hoca bulduk ama kızlar…
Herkes susmuştu. Odadaki sessizlik sobanın çıkardığı çıtırtı sesleriyle bozuluyordu. Ateş iyice harlanmış, soba gümbür gümbür yanıyordu. Ayağa usulca kalkan kadın, soba kapağındaki deliği kapatıp sakinleşmesini sağladı. Kısık bir sesle:
-Zeynep abla, biri var aslında amaa… Kocasına çekinerek baktı. Adamcağızın rengi attı. Zeynep:
-Kim Hacer, söylesene? Kötü bir Türkçeyle:
-Eşimin ablası, o zaten öğretmendi. Hem de çok iyi bir öğretmen. Üstelik de Kur’an hafızıdır. Eşi dayanamayıp sözünü kesti:
-Doğrudur ama kabul etmez. Üç yıl önce iki evladını ve kocasını kaybetti. Hasan abi, biz zaten siz gelmeden mescitte çocuklara ders ver, demiştik. Kabul etmedi. Zaten hiç konuşmaz, kalabalıktan uzak durur. Günlük işlerini yapar. Onun dışında hep bir köşeye çekilir. Ya Kur’an okur ya da sessizce ağlar.
Yarım saat sonra Zeynep ve Hacer, onun çadırına gelmişlerdi. Konuşmaları ancak on dakika sürmüştü. Lastik botlarını ayağına geçiren feraceli bir kadın, ağlayarak çadırdan çıktı. Kapının önündeki su tulumunu eline aldı.
- Hacer, ben su doldurmaya gidiyorum.
Hızlı hızlı yürüyor, durmadan akıp duran gözyaşlarına, hiç mani olamıyordu. Çeşmenin başına geldiğinde bir taşa oturdu. Nefes nefese kalmıştı.
****
Çadırların arasından batan güneş, genç kadının hüzünlü yüzünü kızıla boyuyordu. Ancak daha çok gözlerinden akan yaşlara yansıyıp billur gibi parıldatıyorlardı. Islak gözlerinden ruhuna akan gün batımı sanki orada içinde sönmekte olan ışıltılara can vermeye çalışıyordu.
Bu hüzünlü seyir, onun uzun zamandır görmekten hoşlandığı tek şeydi… Tabi bir de yanı başlarına bir yalnızlık oturur, ağıtlara eşlik ederdi…
Sebebini asla dillendirmese bile onu hayattan koparan şeyin, bu göğüs kafesinde alev alev yanan yangın olduğunu biliyordu. Fakat ölümün tutuşturduğu bir yangını ne söndürebilirdi ki! Bir de tabi hissettiği korkunç çaresizlik vardı. Zaten bu kampta yaşayan herkesin -her an- iliklerine kadar hissettiği duygu, tartışmasız çaresizlikti. Bu insanın belini büken umudunu, yaşama sevincini yiyip bitiren bir çaresizlikti.
Etrafına göz gezdirmeye başladı. Bir kadın moraran elleriyle çırptığı çamaşırları, çadırın dışına gerdiği ipe asıyordu. 12- 13 yaşlarında bir kız çocuğu kapının önünde yakılan ateşin yanında durmuş, teneke kutuda kardeşlerine banyo yaptırmak için su ısıtıyordu.
Şuan kampın her tarafı çamur deryasıydı. Kavurucu, bol sivri sinekli sıcak bir yazdan sonra, şimdi ise bol yağışlı kış mevsimi bastırmıştı. Burada hafif bir yağmur hayatı felç ederken şiddetli yağışlarda ise genelde sel oluyordu. Bunun sebebi, çadır alanının tarım arazisi olmasıydı. Bütün bir kış bitmek bilmeyen çamur hayatı felç ediyordu.
Oysa eskiden ne çok severdi yağmuru. Hele sonrasında sinesine dolan toprak kokusunu hiçbir şeye değişmezdi. O şiir yazarken, camı hohlayıp ismini oraya yazmayı becerebilen yavrusu ise mutluluktan uçardı. Şimdi yağmur kokusunu sevmiyordu. Çünkü sevdikleri toprağın koynunda yatanlar onun kokusunu artık sevemezdi…
-Teyze, su taşıyor! Düşüncelerinden sıyrılıp sesin geldiği yöne döndü. Etrafını saran çocuklara baktı. Gözyaşlarına aldırmadan gülümsedi.
- Evet ya! Dalmışım.
Çocuklar oyunlarına dönünce, onların ardından hasret dolu bakışlarla baktı. Eskiden en sevdiği şeylerden biri de etrafını saran çocuk cıvıltılarıydı. Fakat şimdi çocukları her gördüğünde kendi yavrularını hatırlardı. Yaşasaydılar, şimdi bunun yaşında olurdular, şunun gibi serpilirdiler. Böyle konuşurdular, şunu sorardılar. Yaşasaydılar… Yaşasaydılar… Ah eğer yaşasaydılar!
Fakat yaşayamadılar. Cennetteki sevgilinin emanetlerini, zulmün şiddetinden koruyamamış, babalarından birkaç ay sonra onları da kaybetmişti.
Öte yandan çok iyi bildiği bir şey daha vardı. Eğer evlatları yaşasaydılar, yetim büyüyecek, burada kalacaklardı. Onları daha iyi şartlarda büyütme imkânı olmayacaktı. İnsan onuruna layık bir hayat yaşamayacaklardı. Belki de Allah onları bu ortamdan korumuştu. Şimdi güvendeydiler ve dünyanın kirli hayatından uzakta, onu bekliyorlardı.
Zira tam karşısında çamur içinde top oynayan çocukların çoğu yetim veya öksüzdü. Hayatları yoklukla özdeşleşmişti. Vakıf ve derneklerin yardımlarıyla büyüyorlardı.
Omuzuna aldığı plastik tulumu taşırken çamurda yürümeye çalışıyordu. Bu çamura bulanan kamptaki tek kıymetli şeyin bu yavrular olduğunu düşündü. Zeynep’in sözleri, kulaklarında çınlayıp duruyordu:
- Bu çocuklar bize, şehit anne babalarının emanetleridirler. Yıkılan hayatlarının yerine bir hayat inşa etmek hepimizin görevi. Onlar ümmetin istikbal ve umududurlar. Şimdi çamura düşmüş olsalar bile hepsi birer altın ve çamura düşmekle değerlerinden hiçbir şey kaybetmezler. Bir sarrafın eline geçerlerse yine ışıldarlar. Hem siz bir muallim olarak, daha çok çaba sarf etmelisiniz. Yıkıntının başında ağlamak cahillere yaraşır. Âlime yaraşan onu tekrar inşa için kolları sıvamaktır. Bu çocukların karınlarını doyurmak önemli ama ruhlarını doyurmak çok daha önemlidir.
Tulumu daha fazla taşıyamayınca yere indirip bir taşa oturdu. Yıkımın ardından yıllardır sadece oturup ağlamıştı. Hem de hiç tanımadıkları insanlar onlar için çabalarken o sadece izlemişti. Ağlamak ne ölen sevdiklerini geri getirmiş, ne de yaralarını sarmıştı. Bilakis yaralarını her gün kanatmıştı. Artık bundan kurtulmak istiyordu. Gözyaşlarını silip ayağa kalktı. Tulumunu yüklenip yoluna devam etti. Çadırın önüne geldiğinde, vakıftan gelen karı kocanın gitmek üzere olduğunu gördü. Omuzundaki tulumu indirip Zeynep’e sarıldı. Sonra Hacer’e dönüp herkesin yüzünü aydınlatan soruyu sordu:
-Okul çadırını nereye kurdunuz?
Söz&Kalem – Meryem Varol