Dinle, yakın bir yerden bu sesleniş sana… Bu ses, bu inleyiş, bu sükût serzenişi. Dolu dizgin mağlubiyete şekva, dünya dolusu ayrılık sitemi, gizli kapaklı aldanışa kör bıçak dokunuşu. Bil ki bu asırlık ağlayış, bu değirmen ağartısı keder yongası sana. Nice zaman dövülen, suskunluğa hapsedilen, sahte sevinçler altında ölüme terk edilen kalbim; söyle, bunca zaman neredeydin?
Bilen bilir, mübalağa değildir. Bu dipsiz gaflet denizi, bu çağ kuşatması fıtrat bozgunu, bu allı pullu sahte dünya; evet bu dünya sensiz koca zindandır. Sensiz bir hezeyandır. Sanki bir kemiksiz yalandır. Hayrı yoktur kendine ve gafildir gafletinden. Anlamaz seni ve duymaz içimdeki sesini. Oturduğu yerden kibirli cümleler söyler. Ve el sürdürmez zannının haklılık libasına.
Duy ki tüm cihanın sökülür yüreği. Ölüm denizinde mürettebat paramparça. Çaresizlikler doğurur, büyütür kucağında. Yokluk tahammülleri giran yük omuzunda. Sen bilirsin, hayat ölümün kardeşidir. Ölüm ki fani olana ilişecek mukadderat yeridir. Maruz kalır her hane, her cadde, sokak. Hüvel Baki çınlamalarına karışır bir anlık hayat. Efendimiz (asm) bir gün buyurmuştur:
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar…”
Ölüm adlı vaizi bu bâb içinde dinle ki; mazi ve istikbal kısacık bir an için zîr ü zeber olmasın. Anla ki ecel aslanı kapında dikilmekte ve yolunu gözlemektedir. Hatırlar yokladığı her fırsatta ve hakikat vaki olunca, makberin soğuk hışırtısı ağır bir tat bırakır dimağında. Müteveffa sükût içre sürülür musallaya. Ölüm, günahkarlara doğrultulan silah değil, tehditkâr anlatımlar yeri değil burası. Bu bir sonsuzluk arayışıdır. Bir idrak çabası, bir ebediyet provası Üstad Bediüzzaman lisanı ile:
“Ey nefsim kalbim gibi ağla ve deki; Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim…”
Bu bâbı dinle kalbim, bu durakta biraz bekle. Ölümlerden ölüm beğen. Nefsin paslı çarkında kalbini öldürenleri gör. Sefahat içre ruhunu yitirenleri, gönlü aşk-ı ebediyi tatmadan bu diyardan göçenleri. Beden diye sırtına ceset giyinenleri…
Belalara düşenleri gör kalbim, kimsesizlik içinde hüzünlü kimseleri. Hastalıklar elinden feryat edinenleri. Ümidini zamansız inkısara teslim edenleri. Tam da böyle bir yerde; kapıların duvar olduğu, herzelerin tavana kurulduğu bir iklimde Mevlana Celaleddin’den dilgüşa sözcükler parlar dünya karanlığına:
"Ey zavallı insan! Bu düşüşlerden, bu hâllerden sakın ye'se kapılma. Gizli gizli o kadar çok dua et. Geceleri o kadar çok ağla ve inle ki; sonunda yedi kat gökten kulağına kurtuluş sesleri gelsin..."
Duy ki sanadır bu sesleniş, kalbim…. Gel de bir gör bu bâb içinde ölmeden ölenleri, nefsin yularını sağlam tutuverenleri. Şüphesiz nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir. Mücahede meydanında diz çökmeden, nefsin tahakkümünden teberri edenleri. Kulak ver bu hitaba ki; ötelerden kurtuluş nağmeleri çalınsın perdeler altında kuvvetini tüketen kapılarına.
Duy kalbim, sanadır bu davet, bu yıllanmış çağrı. Bu büyük özlem, bu sonsuzluk düğünü senindir… Kalabalıklar içinde unuttuğun senindir. Süslü çalımları, riyakâr toplulukları reddin mükafatıdır bu lütuf. Aşk pazarında can verişin, köksüz tefessühten kendine gelişin, dünya adlı rüyadan ölmeden uyanışın adıdır kalbim…
Sözün tükendiği yere gelince her şey, Feridüddin Attar, "Daha ne söyleyeceğim ki? Dalda bir gül vardı, onu da kopardım, söz bitti..." dediği noktada yer arayışındadır. İşte sen, tam da orada, şiirin saf gölgesi altında Yunus’un dilinden anla ve ağla kalbim;
“Yunus öldü deyu selan verirler
Ölen beden imiş, aşıklar ölmez…”
Söz&Kalem - Orhan Özsoy